Eskiden,

"Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar"dı.

Kırk bin köyümüz vardı. "Kovarlarsa kovsunlar, köy mü yok! Bu bağ olmasa, öteki bağ." derdik.

"Biz de onuncu köye gideriz." der, giderdik.

Köylü bilirdi neden o köye gönderildiğimizi. Sormazlardı bile nedenini. Bağrına basardı köylüler.

Fakir Baykurt, Onuncu Köy romanını yazdı.

Uzun yıllar, Bekir Coşkun'un yazdığı gazetede Onuncu Köy köşesinden baktık dünyaya.

Son yirmi yıl öncesine kadar köyler köydü.

Köylerde okul vardı,

Horoz, tavuk vardı,

İnek, dana; koyun, kuzu vardı,

Manda vardı...

Bir çift öküz, arkasında karasaban, onun arkasında karasaban tutağını tutan el.

Öküzlerin yerini traktör aldı, diyeceksiniz.

Köylü yok ki, traktör olsun.

Köy de yok, köylü de.

Kovulunca gidecek onuncu köy kalmadı.

Kala kala dokuz köy kaldı.

Köyler olsaydı; köylü köyüne giderdi, evli evine.

Çember daraldı.

Yirmi yıldır başımıza gelmedik kalmadı.

Bu güzel memleket, Nasrettin Hoca'nın evine döndü.

Tam takır, kuru bakır.

Hocanın evine bir gece hırsız girmiş. Kendi evine girer gibi girip çıkıyor. Aldığını götürüyor. Ayak sesine, takırtıya uyanmış Hoca, yastık ucundan bakıyor.

Sıra yorgana gelmiş. Yüklenip götürürken Hoca da döşeği yüklenip ardına düşmüş hırsızın.

Fıkranın sonrasını biliyorsunuz.