“Kim olsa yakıştırır. Sen tut karılığınla hem adamın üstünden suyunu kes, hem de küfret.”
“Sabır küpü olsa çatlar.”
“Çatlarsa işte, kocası da çıkar, adamı haklar.”
Ne yani. Şimdi sen Ali Osman’ı Deli Satı’nın kocası Deli Seydi mi bıçakladı, demeye getiriyorsun.”
“Olamaz mı yani?”
“Başka da düşmanı olmadığına göre; geldi diyorsun. Bulaştı Ali Osman’a. Karı öyle dövülmez, böyle dövülür dedi...”
“Çekti bıçağı; "al!" dedi, hayladı...”
“Kaklayıverdi, kaysı kaklar gibi.”
“Etmeyin yahu,” dedi birisi. “Gözünüzle görmüş gibi anlatıyorsunuz.”
“Olamaz mı diyorsun?”
“Olur, olur emme...”
“Emmesi ne? Deli Seydi bu. Delinin tiridine pilav salınır mı hiç?”
“Vallahi, gözle görülmeden kimsenin günahı alınmamalı bence.”
“Vebalı, günahı yapanın boynuna.”
Tüh beee! Yazık oldu zavallıya!”
“Yarası ağır olmasa bari.”
“İki tane de çocuğu vardı garibin.”
Halk kendi arasında böyle konuşup, böyle yorum yaparken Ali Osman’ın karısı da köyün alt başını bulmuştu. Köyün alt başındaki, Ali Osman’ın ağabeysi İsmail’in evinin sokak kapısını ivediyle açıp dövünmeye durdu.
İsmail Ağam, İsmail Ağam! Ölü müsünüz, neredesiniz?”
İşten yeni dönmüştü İsmail. Avludaydı.
“N’oldu kız gelin? Ne bağırıyon akrep sokmuş gibi?”
Kezban’ın feryadını duyan kadınlar, çocuklar da evden dışarıya uğramışlardı. Kadın iki gözü iki çeşme yanıtladı İsmail’i.
“Daha ne olsun! Kardeşini bıçaklıyorlar, sizin ruhunuz duymuyor!”
İsmail şaşkınlık ve merak içinde:
“Kim bıçaklamış ulan!? Niye, nasıl bıçaklarlar?”
“Bilir miyim ben! Kim, niye bıçaklamış? Elleri kırılıp da kapıları kilitli kalasıcalar!”
Ağıt, feryat, dövünme ve çığlıklar birbirine karıştı avluda.
“Neredeymiş ulan?” diye kükredi İsmail.
“Pınarcık’taymış! Suyun kıyısında!”
“Kimsesiz, arkasız mı bellediler yenge?” dedi İsmail’in yeni yetme oğlu Kazım. Sormaz mıyız bunun hesabını, her kimse?”
Fırladılar sokağa. Bir öfke seli halinde akmaya başladılar Maşatlara aşağı. Kadınları da peşlerindeydi. Birkaç da meraklı katılmıştı onlara. Köyün çıkışındaki Maşatlar denilen yer, ceviz ağaçlarıyla kaplı küçük bir alandı. İşte burada, Maşatlar’da karşılaştılar Ali Osman’la. Omzunda tırpanıyla eşeğin üzerindeydi. Hayvanın ağır aksak yürüyüşünün temposuna uymuş, sallana sallana geliyordu.
Giden kalabalık birden bire durdu. Sesleri de kesilivermişti. Hele şükür sağ salim görmüşlerdi. Hiç de ağır yaralıya benzemiyordu. Yüzünde, çenesinden yanağına doğru uzanan derin bir yara izi vardı. Şişmiş, kızarmıştı. Üstü başı da kan içindeydi. Ali Osman’ı o durumda görenlerin gözlerinde değişik duygular okunuyordu.
Merak, acıma, şaşkınlık, öfke ve kin...
Ali Osman da şaşırmıştı gelenleri görünce.
Ama herkesten önce davranıp:
“O ne yav,” dedi. “Nereye böyle bizim sülale cümbür cemaat?”
Kardeşi İsmail içinden bir ‘la havle’ çekip, öfkesine de sahip olmaya çalışarak:
“Düğüne derneğe gidiyoruz sevgili kardeşim!” dedi. Yalnız davulla zurnamız eksik.”
Sonra birden parlayarak:
“Ulan bir de sormaz mı? Ne saf, ne gamsız adamsın be! Ulan kim bıçakladı seni?”
Şaşıra kalmıştı Ali Osman.
“Ne bıçaklaması yav?” dedi.
(SÜRECEK)