Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğunda okur-yazar oranı yüzde altılardadır.

Köylerde bu oran daha da düşüktür. Yüzde sıfır bile denilebilir.

Askerde okuma yazma öğrenen bir iki kişi köylünün sır katibi, dert defteri olur. Gönderilen mektupları onlar yazar, gelen mektupları onlar okur.

Anadolu'da sıla/gurbet eşleşmesi yaşanır hep. Kadın, sılada kalır; erkek, gurbete çalışmaya gider. Gurbetten mektup gelir, sıladan mektup gider.

Türkülere siner duygular:

"Mektup selam söyle benden sılaya

Söyle benim için dostlar ağlasın

Gözü yaşlı düştüm gurbet ellere

Uzaktır aramız yollar ağlasın. "

En sık yazılan mektuplar ise asker mektuplarıdır.

Askere giden birinin gözü arkada kalır hep; ana, baba, eş, çocuklar, sevgililer... Mektupta mutlaka anılması gerekenler de vardır; dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, komşular, arkadaşlar... Evin kedisi, köpeği, ineği, danası da unutulmaz.

Adlarını ana ana her birine selam edilir de eşe, sevgiliye edilmez. Özel duygular açılmaz,

Okunması beklenen en keyifli bölüm mektubun sonuna saklanır.

"Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Kestane kebap, acele cevap."

Bu iki tümcede bin yılların ahlak ilkeleri vardır.

Son yirmi-otuz yıldır mektup yazmıyoruz.

Kitap da okumuyoruz. Fransa'da yüz kişiden 21'i kitap okuyor.

Ülkemizde ise on binde bir kişi kitap okuyor.

Arada bir devlet adamlarının birbirlerine mektup yazdıklarına tanık oluyoruz. Geçen yıllarda Trump'ın Sayın Cumhurbaşkanımıza yazdığı mektup zaman zaman haberlere konu oluyor.

Mektubun yerini mesajlar, görüntülü konuşmalar aldı.

Büyüklerin ellerinden öpme geleneği bile unutuldu.

Şimdilerde büyük, küçüğün elini öpüyor. Hem de yüzlerce kişi önünde.

Bir alkış, bir alkış!..

Bu durumu yadırgayanlar oluyor. Onlara dediğim şu:

"Kitap tutmayan el, alkış tutar."