Kesilmiş çamların tomruklanarak köye taşınması için yerinde iki üç ay beklemesi gerekirdi. Bu süre içinde suyunu çeker, kurur ve hafiflerdi. Dalları budanan bu çam ağaçları, gövdesi hayvana yüklenecek biçimde belli uzunluklarda baltalarla kesilirdi. Buna ”tomruklama” denilirdi. Hayvanlara yüklenen bu tomruklar da köye taşınırdı. Bağ kesiminde, pekmez yapımında yakılırdı küre denilen ocaklarda. Çamlar reçineli olduklarından iyi yanarlardı.

Kış bitiminden kış başlangıcına değin dokuz-on ay her gün taşınan, salt çam tomruklarıyla kuru çam odunları değildi elbet. Yaş meşe odunları da taşınırdı. Taşınan bu odunlarla doldurulurdu avlular, samanlıklar ve örtme altları. Daha çok odun sahibi olma adına yarışa kesilirdi o güzelim meşe fidanları. Aşama aşama tüketilirdi “Karadağ Ormanları”.

Salt bizim köylüler değildi elbet, ormanları tüketenler, yok edenler. Karadağ çevresindeki tüm köylerin ortak suçu, ortak günahıydı orman cellâtlığı. Sonu, sonucu düşünülmeden bir mirasyedi doymazlığıyla kesilirdi o güzelim ağaçlar. Ülkemiz toprakları aşama aşama çölleşir, sel felaketlerinin de önü bir türlü alınamazdı

YANAN EMEKLERİM

O yıllarda, beş aylık yaz tatillerinde ben de sürekli odun taşımışımdır dağdan. Biz çocuklar, yetişkinlerin kestiği çamlardan ve meşelerden arta kalan kurumuş uç dallarını odun yaparak taşırdık köye. Evimizin zemin katında boş bir odamız vardı. Orayı, odun deposu olarak kullanırdık. Dağdan getirdiğim odunları avludan kucak kucak bu odaya taşır, istifler, katar yapardım. Tavana değin yığdığım bu odunlar, birkaç katar olurdu okullar açılana değin. 

Ama ne yazık ki, bu odunların yarısı güzün bağ bozumunda tüketilirdi. Üzümler bağlardan kesilip getirilince, pekmez yapmak için küreler kurulur, bağ leğenleri yerleştirilirdi üzerlerine. Ayrıca kurulan ocakların üzerine de o koca bağ kazanları oturtulurdu. Bu kürelerde ve ocaklarda pekmez yapımı için en az on beş gün çam odunu yanardı. Odunlar kuru ve ince olduklarından dayanmazdı. Kucak kucak atılırdı ocağa. İlkyazdan songüze değin taşıdığım odunların yarısı, pekmez yapımında tüketilirdi. Kısacık sürede bu değin odun yanması tanımsız biçimde üzerdi beni. “Yakılan odunlar değil, benim emeklerimdi sanki.” Anımsadıkça, bugün bile içim sızlar, bir yerlerim acır hala.

Olaya ne yanından bakarsanız bakın, elde edilen kazanç, harcanan emeğe değmezdi hiçbir zaman. Buna, “kan ekmeği” denmez de ne denirdi.  Gerçekten de elde edilen kazanç kan ekmeğidir. Çünkü üç ekmeklik emek karşılığında, sadece bir ekmek elde ediyorsunuz.

Bağların budanması, bellenmesi, mevsiminde sulanması, gerekli ilaçlama, yani kükürtlemenin yapılması, üzümler olgunlaşmadan önce verilen emeklerdir. Sonra,  olgunlaşan üzümlerin salkım salkım, tevek tevek, karık karık toplanarak heylere (büyük sepet) doldurulması; ardından bu üzüm dolu heylerin, eşeklere yüklenerek köye, evlere taşınması ise ayrı bir emek gerektirirdi. Evlerde ‘şinevat’ adını verdiğimiz, tahtadan yapılmış büyük bağ oluklarına konulan üzümler, burada iyice çiğnenerek, şırası çıkarılırdı. Sonra bu şıra alınıp bağ kazanlarında kaynatılarak, bir iki işlemden geçirildikten sonra, “küre” adını verdiğimiz büyücek, kapalı bir ocak üzerindeki bağ leğenlerine konulurdu. Buradaki pişirilmesi, son işlemidir. Şıra pekmeze dönüşünceye değin, kürenin ocağı sürekli yakılırdı.

Bunca emek ve yanan odunlar göz önüne getirildiğinde, elde edilen pekmez, verilen emeklerin karşılığı değildi hiçbir zaman. Ama başka umarı var mıydı bu insanların? Yoktu elbet. Dededen oğula, oğuldan toruna sürdürülen bu geleneksel yaşama biçimi, zamanına değin sürdürülecekti doğal olarak.

O yıllarda, yani 950’li yıllarda ne motorlu taşıt, ne de doğru dürüst yol yoktu kentlere, kasabalara. Traktörün ve kamyonun ise adı söylenmezdi henüz. Taşımacılık, atla eşekle ve kağnı arabalarıyla yapılırdı. Dışa göç başlanmadığından aileler kalabalık, geçim çok zordu. Köyün genelinin tarım toprakları yetersiz olduğundan, geçim daha çok meyvecilik ve sebzeciliğe dayalı idi. Halk ürettiği meyve ve sebzelerini hayvanlarına yükleyerek kasaba pazarına ya da uzak kır köylerine götürürdü. Özellikle uzak kır köylerine götürülen sebze ve meyveler ekin, yarma, bulgur gibi gereksinimler karşılığında takas yapılırdı. Çerçiliğe gidenlerin dört beş gün, hatta bir hafta dönmediği olurdu. Geçim böylesine çetin, böylesine zordu köylerde.

(SÜRECEK)