“Saklama ulan! Deli Seydi’yle mi kavga ettin yoksa? O mu bıçakladı seni?”

“Ne Deli Seydi’si?”

“Hem bıçağı ye, hem de erkeklik tasla, deme adını!”

“Yahu kimse bıçaklamadı beni.”

“Ya bu yüzündeki yara ne? Kendi kendini mi bıçakladın yoksa?”

Ha, o mu?” dedi Ali Osman. Sözünün sonunu getiremedi.

“Mahsus saklıyor baba!” dedi Kazım. “Elimiz belaya bulaşmasın istiyor.”

Karısı da yüklendi sözünen:

“Söylesene adam! Sahipsiz, arkasız mı bellediler seni?”

Kalabalıkla birlikte, kalabalığın da merakı artıyordu.

“Söylesene kim?”

“Kim?”

“Kim?”

Oldukça zor durumda kalmıştı Ali Osman. ‘Don Kişot’un Sanço Pança’sına benziyordu eşeğin üstünde. Tek farkla ki, bunun elinde mızrak yerine, omzunda tırpanı vardı.

“Şey, şey, yav... Valla billa kimse bıçaklamadı beni. Kendim...” ötesini yine tamamlayamadı sözünün. Herkes şaşkınca yüzüne bakıyordu.

Ağabeysi öfkeyle kükredi:

“Çatlatma ulan adamı! Hadi söyle!”

“Şey” dedi Ali Osman. Öğle sonu yorulmuş, biraz oturup dinleneyim demiştim. Hava da sıcak mı sıcak. Güneş sanki tepene inmiş. Tek bir dikili ağaç da yok bizim incirlikte. Oturup da gölgesinde biraz soluklanasın...”

Yine yutkundu, sonunu getiremedi sözünün.

İsmail:

“Tabi bu arada Deli Seydi geldi. Alıcı kuş gibi ensende elin adamı. Erkekliğini benim karıya değil de bana göster dedi, hayladı bıçağı suratına değil mi?”

ıyordu. Merakları son sınırındaydı; sabırsızlanıyorlardı. Terlemeye başlamıştı Ali Osman.

“Valla billa Deli Seydi bıçaklamadı beni. Almayın elin adamının günahını. Ben kendi kendimi yaraladım.”

“Yaaa! “ dedi İsmail. “Nasıl oldu bu iş?”

“Tırpanı sapından toprağa dikip, gölgelik olsun diye de, ceketimi örtmüştüm üstüne. Gölgesinde bir solukluk oturdum oturmadım ki; nasıl olduysa oldu, devriliverdi tırpan. Tırpanın ucu da yanağıma dokundu, yardı yüzümü.”

Dinleyenler şaşıra kaldılar.

“Aaaa!”

“Duyulmuş, işitilmiş bir olay değil valla!”

“Yine de Allah saklamış. Daha da beteri olabilirdi,” dedi yengesi.

İsmail’in kan beynine sıçramıştı. Olayın sanıldığı gibi olmadığına sevinsin mi; yoksa kardeşinin saflığına öfkelensin mi, kestiremedi.

“Puh! Allah layığını versin emi!” dedi. “El deliye hasret, biz de akıllıya... Boşuna aldık onun bunun günahını.”

Kazım:

“İlahi emmi!” dedi. “Çocuk yapmaz senin yaptığını. İnsan tırpanın gölgesine oturur mu hiç?”

Yönlendiler gerisin geri köye. Boşuna, Deli Seydi’nin günahını almışlardı.

İsmail:

“Sağlıkçı Hüseyin Efendiye uğra da, yüzünü bir güzel tımar ettir, ” dedi. “İhmal etme, azdırırsın sonra!”

“Olur, ağabey,” dedi Ali Osman.

Kadınlar, kızlar ivediyle seğirttiler evlerine. Kapılar bacalar açık, tencereler ocakta ateşin üzerindeydi. Sığır, davar sürüsü de akşamla birlikte köye giriyordu.

“N’olmuş?” diye soranlara, bilenler:

“N’olacak; tırpanın gölgesine oturmuş da...” diye alaylı alaylı yanıtlıyorlardı.

Köylüye şamata gerekliydi. O günden sonra da bir süre takıldılar Ali Osman’a:

“Tırpanın gölgesinde ne var ne yok?”

O da baktı ki, kurtuluş yok bu tür takılmalardan; işi pişkinliğe vurup:

“Valla, devrilmedikçe hiçbir şey yok,” diyor; hep birlikte gülüyorlardı kahkahayla.