Mevsim güze el uzatıyordu.
Millet harmanlardan kalkmış, yeygiliklerini ambarlara, çuvallara; hayvanların yiyeceklerini de otluklara ve samanlıklara yerleştirmişlerdi.
Güzel bir öğle sonuydu. Kaynakbaşı köyünün işsiz, güçsüz takımı caminin duvarı dibinde toplanmışlardı. Kimi güne yamaç yan gelip yatmış, kimi de oturuyordu.
Kuru Mıstık yine askerlik anılarından söz açmıştı. Anlattığı farklı bir şey yoktu. Aynı konuyu yıllardan beri abartılı bir biçimde, belki yüzüncü kez dinletiyordu oradakilere. Beride yetmişlik Berber Hasan, bir yandan tabakasından çıkardığı tütünü gazete parçasına sarmakla uğraşırken bir yandan da Kuru Mıstık’ı dinliyordu gülerek. Doladığı sigarayı ağızlığına takıp peş peşe bir kaç soluk alıp verdikten sonra:
“Oh be,” dedi. “Dünya varmış yahu!” Sonra Kuru Mıstık’a dönerek:
“Ulan oğlum Kuru Mıstık! “ dedi. “Kaç gün askerlik yaptınız Allah aşkına? Senelerdir bu millete siyasiler gibi martaval dinletiyon. Senin anlatacak başka bir konun yok mu?”
“Ayıp ettin şimdi emmi! Olmayan şey anlatılır mı hiç. Bir zamanlar ben neydim be!”
“Mutfakta bulaşıkçıydın oğlum, bulaşıkçı...” dedi Kel Hallo.
Bu söze bozuldu Kuru Mıstık.
“O senin görevindi ulan Kel!” dedi.
Sırım Ali söze karıştı:
“Ulan,” dedi. “Elin biraz kalem tutsa, çenen gibi elin de çalışsa, askerde tabur kâtibi olduğun yalanını yutturacaksın millete, dinime imanıma.”
“Git lan deyyus, “ dedi Kuru Mıstık. Sonra Berber Hasan’a dönerek:
“Yahu Berber emmi,” dedi. “Sen şimdi gerçekten mi inanmıyor musun benim tabur kâtibi olduğuma?”
“İnanmıyorum oğlum, inanmıyorum. Senin konuştuğun nerede görülmüş bugüne kadar. Niye inanalım ki sana? Yalan yuva yapmış senin ağzına, yuva... Hem onca okumuş, yazmış dururken sana mı kalmış tabur kâtipliği bre cühela!”
“Aaaah, aah!” dedi Kuru Mıstık. “Sen benim asker ocağındaki forsumu görecektin ki emmi. Burda ne söylesek yalan olur.”
“Doğru, “ dedi Berber Hasan. “Bizim Hüseyin canlı tanığı senin askerliğinin. ‘Bulaşıkçılıkta Kuru’nun üzerine yoktu bizim bölükte. Benim diyen avrat onun gibi bulaşık yıkayamazdı’ diyordu.”
Oradakiler yeniden gülüştüler.
“Ulan Berber emmi,” dedi. “Sen yok musun sen. Her zaman bozarsın zaten beni milletin içinde.”
“Ulan oğlum, sen de benim olmadığım yerlerde öğün.”
O sırada bir araba gürültüsü duyuldu. Sonra, kasaba yolundan gelen yolda resmi bir araç göründü. Seyfi’nin bahçe duvarını dönüp, kornasıyla oradakileri selamlayarak az ötedeki muhtar odasının önünde durdu.
Muhtarın evi cami sırasındaki ikinci evdi. Odası ise beş altı taş basamakla çıkılan gösterişli bir yapıydı. Güneye yamaç ve köyün içinden çıkan suyun tam karşısına düşerdi. Manda beli gibi çıkan su doğuya doğru yirmiye altmış metre çapında bir gölet oluştururdu. Çevresindeki söğüt ağaçlarıyla görkemli, doğal bir güzelliği sergilerdi. Suyun süreğinde üç yüz metre kadar aşağıda Kürt’ün iki taşlı değirmeni vardı Çevre köylerden gelenler ekinlerini orada öğütürlerdi.
Gelen resmi araçtan sürücüyle birlikte iki kişi daha indiler.
Caminin önünde oturanlardan Hakkı Hakyemez:
“Bu Nurettin Bey değil mi yahu,” dedi. “Bunların pek hayır işe geldiği görülmemiştir ya...”
“Ulan Dınılak Veli” dedi Şükrü Çavuş. “Her şeyi kötüye yorumlarsın zaten oğlum! Millet keyfinden ‘Dınılak’ dememiş ya sana.”
Hakkı Hakyemez’e, burnundan konuştuğu için ‘Dınılak Hakkı’ derlerdi.
“Ulan bilinir mi Yanıkoğlan” dedi Şükrü Çavuş’a. “Oldum olası gözüm korkar benim hükümet adamından. Ne demişler: “İt derisinden post olmaz, Hükümet adamından dost olmaz.”
“Uydur uydur” dedi Şükrü Çavuş. “Atasözlerini de kendine göre değiştir. O sözün aslı; ‘Kurt derisinden post olmaz, eski düşman dost olmaz’dır. Dolaşık bir işi olmayan neden çekinsin ki hükümet adamından. Var ki bir yaran gocunmaktasın aslanım.”
Gelenler daha merdivenlere davranmadan arabanın sesine muhtarın küçük oğlu Aslan çıkmıştı kapının önüne.
“Hoş geldiniz Nurettin ağabey!” dedi çocuk.
“Hoş bulduk yeğenim,” dedi. “Baban yok mu evde?”
(SÜRECEK)