“Oturabilir miyim?” dedi, “yanınıza.”
“Elbette oturabilirsiniz, buyurun.”
“Merhaba, buralı mısınız?” oldu ilk sorusu.
“Merhaba, Evet, buralıyım. Ya siz?”
“Ben de beş gündür Çorumluyum.”
Kentin yabancısı olduğunu anlamıştım.
* * *
Hava çok güzeldi, biraz dolaşıp yorulmuştum. Dinlenme ihtiyacı duymuş olmalıyım ki Çorumpark’ın bir bankına oturdum. Oturduğum bankta tanımadığım iki kişi daha vardı. Selam vererek oturdum yanlarına. Sonra merhabalaştık. Yanlarına oturduğum iki kişi birbirlerini tanıyorlardı ki aralarında sohbet havasında konuşmalar oluyordu. Ben yalnız dinlenmek için oturmuştum.
Parkta diğer banklar da vardı; onların dolu mu, boş mu olduğunun hiç farkında değildim. Ancak ben, parkı bütünüyle gören konumdaki bankları tercih ederim. İnsanların kaynaşmalarını seyretmek hoşuma gider. Oturduğum bankı da bu nedenle tercih etmiş olmalıyım.
Çorumpark, çok büyük olmamasına karşın şehir merkezinde olduğundan, özellikle ikindi ve akşam saatlerinde benim gibi yorgunların, zaman öldürmek isteyenlerin ve bir de kentin yabancılarının uğrak yeridir. Ortasında boydan boya havuz ve havuzun alt bölümlerinde sıra ile ‘dans eden’ fıskiyeler vardır. Yukarı bölümünde pek de özelliği olmayan bir demir kule, demir kulenin altında, -yalnızca- her türlü yiyip içebileceğiniz bir kafe bulunur. Parkın kenarlarında da yine kafeler, çay ocakları ve küçük alışveriş dükkânları…
Havuzun üzerine kurulmuş birkaç sütun taka gerilmiş gergin iplerden şırıl şırıl sular akar. Bu taklara konan güvercinlerin topluca havuza iniş çıkışlarının seyrine doyum olmaz. Dinlendirir insanı. Çimenlerinin üzerinde küçük çocukların koşturmaları da benim gibi yaşlıları kendi çocukluğumuza götürür.
Ben doğma büyüme aynı kentli olduğumdan, göz aşinalığından olacak kentin yabancılarını sezinlerim. Parkta iki kişi ile otururken önümüzden geçen kişinin kentin yabancısı olduğunu fark ettim. Temiz giyimli, rahat yürüyüş ayakkabılı, koltuğunda askısından omzuna attığı bir çantası vardı. Orta boyluydu; elli, elli beş yaşlarında gösteriyordu. Ancak saçları biraz dökülmüş, sarıya yakın kumraldı. Demir kule altındaki kafeye doğru yürüdü. Bu kişi kafeye doğru yürürken yanımdaki iki kişi kalkıp gittiler. Yalnız kalmıştım bankta. Kafeye doğru giden, kentin yabancısı olduğunu tahmin ettiğim kişi kafeye oturmadan dönüp geri gelmeye başladı. Hem yürüyor hem telefonla konuşuyordu. Telefonla konuşarak gelip karşımda, havuz kenarındaki takın sütununa yaslanarak bir müddet konuşmasına devam etti. Konuşma sonunda telefonunu cebine koyup bana doğru geldi ve işte o zaman “Oturabilir miyim?” diyerek benden izin istemiş oldu…
* * *
“Beş gündür Çorumluyum.” Demişti ya, bu söylem bende ‘ya misafir’ ya da ‘yeni tayin bir görevli’ izlenimi yarattı.
“Beş gündür Çorumluyum deyişinize göre, ya misafirsiniz ya da bir kurumda görevlisinizdir her hâlde” dedim.
“Evet” dedi, “Elitpark’ta görevliyim.” Birkaç saniye sonra ilave etti. “Bu hastanede radyoloji uzmanı olarak üç gündür görev yapıyorum.”
“Evet, Doktor Bey, kentimize hoş geldiniz. Nereden geldiniz? Aslen nerelisiniz?” diye sorular sormaya başladım.
Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Ancak şivesinden yabancı uyruklu olduğu anlaşılıyordu. Onun için yukarıdaki soruları art arda sıraladım. Gayet açık ve net anlatıyordu.
“Men İran uyruklu Türk vatandaşıyım. Yirmi üç yıllık doktorum. İstanbul’la Ankara’da çalıştım. Diyarbakır’da on yıl çalıştıktan sonra buraya geldim. İstanbul’da yetiştim.”
“İsminizi öğrenebilir miyim?” diye sorduğumda:
“Elbettee” diye, sözcüğü uzunca söyledi. “Adım Sadık Ekber. Aslında soyadımız Ekber değildi. Soyadımız başka idi. Ekber babamın adıdır. Babam rahmetli oldu. Annem de… Babamızı çok sevdiğimiz için onun adı yaşasın diye soyadımızı ‘Ekber’ olarak değiştirdik. Şimdi erkek kardeşlerin soyadı Ekber’dir. Yedi kardeşiz. Dört kız, üç oğlan. İki kız kardeş benden büyük. Ve onlar İran’dalar. Beş kardeş doktoruz. Babam da İran’da çok namlı eczacıydı.”
Anlatışı, şivesi, konuşma tarzı “dedim”, “dedi”li olarak o kadar çarpıcı ve candandı ki zevkle dinliyordum anlattıklarını.
(SÜRECEK)