Gerçekten de bir başka bizim memleketimiz… Her adımda şaşırtan, her köşede ayrı bir hikâye fısıldayan, yüzyılların bilgeliğini toprağında saklayan bir ülke burası.

Ege’nin serin melteminden Akdeniz’in narenciye kokulu sabahlarına, Karadeniz’in yeşilden göz alıcı yamaçlarından İç Anadolu’nun vakur bozkırlarına, Doğu’nun dağlarında yankılanan dengbejlerin sesinden Trakya’nın neşeli türkülerine uzanan geniş bir ruh haritasıdır bu memleket.

Bu topraklarda sadece coğrafya değil, kültür de çeşitlenir. Dillerin, inançların, geleneklerin iç içe geçtiği, her taşın altında ayrı bir tarih yatan, her gölgenin ardında bir efsane barındıran bir geçmişin çocuklarıyız biz. Öyle yerler vardır ki, bir çınarın gölgesinde bin yıllık bir medeniyet soluklanır. Dağın eteğinde mitolojik bir söylenceye rastlarsınız; vadilerde unutulmuş taşlar, geçmişin sessiz anlatıcılarıdır.

Dolaşırken öğrenilir bu coğrafya. Kitaplardan çok; yolda selam verdiğiniz esnaftan, “Buyur bir çay iç” diyen köy kahvesinden, bağ bozumu yapan ninelerin elinden, gözlerinden öğrenilir. Anadolu’da bilgi sadece okulda öğretilmez; yaşamın kendisi öğretmendir. Her insan bir masal anlatıcısı, her manzara bir şiirdir.

Bodrum’da sabahın erken saatinde, “Misafir gelmiş, arabayı gördüm” diyerek taze sütü bahçenize bırakan kadın… Aydın’da “Bu incirleri yolda yiyin” diyen amca… Anamur’da sıcakta sırtını silip, çilek toplayan teyze… Halı tezgâhı başında motiflerin hikâyelerini birer destan gibi anlatan dokumacı… Ve Anadolu’nun dört bir yanında “Açsan soframı sereyim” diyen yüzlerce insan…

Yalnızca yemeğini, içeceğini değil; yüreğini, geçmişini, kültürünü paylaşır Anadolu insanı. Bize düşen, bu paylaşımı onurlandırmak; bu kadim iyilik zincirini gelecek kuşaklara ulaştırmaktır. Ama tam da bu güzelliklerin ortasında yüreğimizi yakan başka bir manzara daha var artık; yanmış ormanlar, yükselen dumanlar, kül olmuş zeytinlikler, siyaha bürünmüş kıyılar… Her yaz yeniden yaşadığımız, her seferinde daha derinden yaralandığımız bir kayıp hissi… Bir yandan hayranlıkla izlediğimiz doğanın bize sunduğu tüm cömertliği, diğer yandan göz göre göre yok edilişi…

Nasıl kıyılır bunca güzelliğe? Kazanç uğruna kesilen ormanlar… Beş yıldızlı oteller için betonlaşan kıyılar… Maden ocaklarına feda edilen dağlar, sit alanı ilan edilmesi gerekirken ranta açılan ovalar…

Kıyılar sadece denizle buluşma yeri değildir; kuşların göç yolu, çocukların ayak izleri, aşıkların ilk yürüyüşüdür. Zeytinlikler sadece tarla değil; barışın, direncin, köklülüğün simgesidir. Dereler yalnızca su değil; bir köyün, bir kasabanın hafızasıdır. Ve biz bunları bile bile, göz göre göre, susarak ya da alışarak yok oluşa tanıklık ediyoruz.

Bir çocuğun büyüdüğünde yaylada ot kokusunu bilmemesi, dağın ardındaki göğü hiç görmemesi, bir ağacın altında öğle uykusuna yatamaması ne büyük yoksunluktur. Oysa biz bu güzelliklerle büyüdük. Toprağın bereketini, insanın cömertliğini, kültürün zenginliğini yaşadık. Onlar da yaşasın istiyoruz. Bu ülke sadece bize ait değil. Bizden sonra gelenler de bu sofraya oturabilmeli. Bu coğrafyanın cömertliğini hissedebilmeli.

Çünkü biz gördük; güneşi, toprağı, suyu, insanı…Onlar da görebilsin…