Dünyanın en güzel coğrafyalarından birinin üzerindeyiz... Bu doğru.

Bir başka doğru da; Ülkemizin evrendeş (kozmopolit) yapısı nedeniyle; en ufak bir kıvılcımda patlamaya hazır, “tonlarca dinamitin üzerinde oturduğumuz” gerçeği...

Bu bize, bizden önce bu coğrafyada hüküm süren “Ümmetçi Osmanlı’dan” kalan bir kalıt (miras)...

Sıkıntılı da olsa, kötü de olsa, bizi rahatsız da etse; kabullenmek, katlanmak zorunda olduğumuz bir kalıt...

Dahası, “reddi dahi söz konusu olmayan” bir kalıt...

Konunun bam teli de burası işte...

Yani?...

Yani, bütün bu koşullara karşın, biz nasıl bakıyoruz bu kalıta?...

İyisiyle kötüsüyle, eğrisiyle doğrusuyla, olurlayıp; olumlayabiliyor muyuz bu kalıtı?...

Ve de beraberinde getirdiği sorunlara katlanabiliyor muyuz?...

Yani İslam yurttaşımız, Musevi yurttaşımıza; Sünni ya da Şafi ya da Hanefi yurttaşımız, Alevi yurttaşımıza; Sağcımız, Solcumuza; Türk yurttaşımız, Kürt yurttaşımıza; Batılımız, Doğulumuza; Türbanlımız, Türbansızımıza; tahammül gösterebiliyor mu?...

Tatar’ımız, Çerkez’imizi; Gürcü’müz, Boşnak’ımızı; Azeri’miz, Ermeni’mizi, Rum’umuzu; Arab’ımız Yahudi’mizi ve de Türk’ümüz, bunların tamamını, “yurttaşı” kabul edip, bağrına basıp; (ayrım yapmaksızın) tümüyle, kader birliği yapabiliyor mu?...

Bu sorulara samimi olarak ,“evet” yanıtını verebiliyor muyuz?...

Veremiyoruz!...

Neden?

Çünkü eğitimsiz, hazımsız, bencil ve önyargılıyız...

Çünkü “önyargılı” yetiştirildik.

Çünkü öyle koşullandırılıp, öyle salıverildik ortalığa.

İşte o nedenle; bir türlü, birlik bütünlük sağlayamıyoruz... İşte o nedenle; kaostan kaosa, kavgadan kavgaya, huzursuzluktan huzursuzluğa sürüklenip duruyoruz... Birimizin “ak” dediğine, diğerimiz “kara” diyor... Şarkılarımız, türkülerimiz, kullandığımız sözcükler, giyim kuşamlarımız ve de saç sakal biçimlerimiz bile belirlenip, bölüşülmüş durumda...

Ülkemizin kalkınması için harcamamız gereken kaynaklarımızı; “huzur ve güvenliğimizi sağlamak adına”, heba ediyoruz...

Garip bir coğrafyanın, garip insanlarıyız kısacası...

Oysa hayatı olduğu gibi bir kabullenebilsek, bu gerçeklerle birlikte yaşamak zorunda olduğumuzun bilincine bir varabilsek, her şey düzelecek...

Birbirimize karşılıklı olarak eşduyumla (empatiyle) yaklaşmayı bir becerebilsek, sorunlarımız asgariye inecek...

Sağcımız, Solcumuzla; Batılımız, Doğulumuzla; Türk’ümüz, Kürt’ümüzle; Sünni’miz, Alevi’mizle; Müslüman’ımız, Hıristiyan’ımızla; Türbanlımız, Türbansızımızla bir eşduyum kurmaya çalışsa, yani kendisini onun yerine koyup, onun gibi düşünmeye, onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak algılamaya çalışsa, toplumsal huzuru daha kolay yakalayacağız...

* * *

Ülkemizin ve Dünyamızın, toplumsal huzuru yakalayabilmesinin yolu, eşduyumdan, duygudaşlıktan geçiyor. Ama bu yöntemi kimse denemiyor.

Şu an okullarımızda, “İletişim, İletişim Çatışmaları ve Eşduyum” kavramı ders olarak okutuluyor mu, bilmiyorum...

Ama okutulmalı...

Hatta öğretmen yetiştiren, asker, polis yetiştiren okullarımızda, “eşduyum”; mutlaka başlı başına ders konusu yapılmalı...

onlar, insanla/insanlarla bire bir temas etmek durumundalar... Özellikle de polislerimiz, ya da daha genel adıyla kolluk güçlerimiz...

Sürekli insanla ya da toplumla karşı karşıya gelme durumunda olan kolluk güçlerimiz, insanlarımıza karşı olası hatalarını asgariye indirmek için; muhatabıyla eşduyum kurmak, muhatabının görüngüsel (fenomenolojik) alanına girmek zorundalar.

Nedir görüngüsel alan?..

Her insan, gerek kendisini gerekse çevresini, kendine özgü bir biçimde algılar. Her insan dünyaya, kendine özgü bir bakış tarzıyla bakar. Bu o insanın görüngüsel alanıdır.

Eğer bir insanı anlamak istiyorsak; dünyaya onun bakış tarzıyla bakmak, olayları onun (veya onlar) gibi algılamaya ve yaşamaya çalışmak zorundayız. Bunu gerçekleştirmek için de duygudaşlık kurmak istediğimiz kişi (veya kişilerin) rolüne girmek, onun yerine geçerek, olaylara adeta onun gözlüklerinin gerisinden bakmak zorundayız...

Aksi halde, bu sorunları çözmek, bu evrendeş toplumu yönetmek, yönlendirmek; bu mozaiği çatlatmadan, dağıtmadan bir arada tutmak mümkün değildir.

Sadece yerbilimsel (jeolojik) olarak değil, toplumsal (sosyolojik) olarak da son derece kırılgan fay hatlarına(!) sahibiz.

Devamı yarın