Bahardan yaza taşınıldığı günlerde Ankara Kocatepe'de de caddelerde, sokaklarda işyeri önü söyleşileri oluyor. Güneş, öğle ile ikindi arası bir yerlerden katılıyor söyleşiye. Mimari yaratıcılığı olmayan binaların gölgeleri alıyor asfalt yolun hararetini. Gelen bir sandalye bulup oturuyor.

Bugün beş kişiler.

Konu konuyu açıyor, lafı uzatan da oluyor, kısa tutan da.

Şapkalı olan konuşurken de şapkasıyla oynuyor. Gâh başında, gâh elinde:

"Halkın durumu kötü. Memleket, alanın bulanın elinde. Kurtuluş Savaşı'nı boşa yapmışız. Boşuna ölmüş onca insan. Keşke İngiliz himayesini, Amerikan mandasını kabul etseydik."

Herkes, birbirinin gözüne bakıyor.

"Keşke Yunan kazansaydı!" tümcesini de söyleyecek mi diye bekliyorlar.

Söylemiyor.

Bundan yüz yıl önce düşmanın İzmir'de  attığı ateş, yakıp kül etmişti Anadolu'yu. Yangının bir ucu Polatlı'ya, Haymana'ya gelip dayanmıştı. 1922 Ağustos'unda, canını dişine takan Türk ordusu, 9 Eylül'de denize dökmüştü Yunan'ı. İzmir'in dağlarında çiçekler açmıştı.

Yumucuk gözlü olanı, "Tam sırası." diye düşündü, söz almadı, sözü kaptı.

"Arkadaşımız doğru söylüyor. Bugün, Kıbrıslı Rumlar, Mısır halkı bizden daha iyi bir yaşam sürdürüyor. Çocukları İngiltere'de okuyor. Bizim halkımız da en az onlar kadar mutlu olurdu, sosyal, ekonomik kazanımlarımız bugüne göre daha iyi olurdu. Ama bir eksiğimiz olurdu, onun adı "onur"dur. Onursuz olurduk."

Sustu,

Baktı,

Gözleri yerde arkadaşlarının.

İçi acımıştı.

Ölümcül bir bıçak darbesi yemişti sanki.

Kurtuluş Savaşı'mızın önderi Mustafa Kemal Atatürk, 57 yıl yaşamıştı ama 57 gün rahat yaşamamıştı. Aç, susuz, perişan Anadolu insanının önüne düşüp paralamıştı kendini.

Neden yapmıştı bunu? Neden yapmışlardı?

Şah döneminde kurşuna dizilen İranlı devrimcilerden Hisrov Ruzbeh'in yaptığı uzunca savunmasından bir bölüm geldi aklına:

"Elbette ki ölüm insanlar için, özellikle yürekleri ışıklı ve parlak geleceğin umuduyla dolu olan ülkü sahipleri için hoş değil. Fakat bütün değerleri yitirme pahasına yaşamak da insana yakışmaz. Çünkü insan hiç bir zaman amaçlarını ve bağlı bulunduğu davasını inkâr etmemelidir. Onurunun alçalması, şerefinin yerle bir olması, siyasi ve toplumsal hedeflerinin, amaç ve isteklerinin yıkılması pahasına yaşamak elde edilirse, ölüm böyle yaşamaktan yüz defa daha şereflidir." *

Özellikle 1950'den sonra ülkemizde yaşanan siyasal, sosyal, ekonomik yeğlemeler, halkımızın aklını bulandırmıştı. Türk halkının sevinçli günlerinde; düğünlerinde, bayramlarda oynadığı cirit oyunu unutturulmuş, onun yerini "cirit atma gösterileri" almıştı.

Dinciler cirit atmaya başlamıştı,

Irkçılar cirit atmaya başlamıştı,

İşbirlikçiler cirit atmaya başlamıştı.

Devlet treni makas değiştirmişti. Tam bağımsızlık istasyonu Kel Ali'nin bağına dönmüştü.**

Kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını:

"Bir devletin başına gelebilecek en büyük felaket onursuz insanların yönetime gelmeleridir.

Onursuz insan korkak olur.

Onursuz insan, boş teneke gibidir. Sesi çok çıkar. Her gün aynı ses, her gün aynı ses! Sesine aşık eder halkı, kul köle eder. Kısık ateşte, suda ısınan kurbağaya döner halk.

Kurtuluş Savaşı'nın onurunu yaşarız yüz yıldır. En yüce değer emektir, onun da üstündedir onur.

Dünyada emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı veren halkımız;  onursuz, korkak politikacıları seçim sandıklarında hırsızlık, hile yoksa kolay kolay seçmez, baş tacı etmez."

Yine sustu.

Güvendiği dağlar vardı;

Sendikalar,

Siyasi partiler,

Barolar,

Odalar,

Dernekler...

Üniversiteler(!)...

Türkiye'de 199 üniversite(!) vardı. Diplomayı alsın almasın, kapısından girenlerin çoğu  mandacı oluyordu.

O susunca, sözü başka biri kapma cesareti gösteremiyordu. Konuşmasını sürdürdü:

"Bundan altmış, yetmiş yıl önce köyümüzde, ahırlarımızda mandalarımız vardı. "manda" denilince bunları bilirdi köylü. Manda, daha bir saygınlık kazandırırdı sahibine. Köylerde köylü kalmadı, ahırlarda manda kalmadı. Köylü de mandalar da tarihe karıştı. "Manda, mandacılık" üniversitelerde ders konusu, tez konusu oldu. 'Manda, mandacılık' sözcüklerinde anlam kayması oldu. Bilmem kaç doksan dokuz üniversite hocası var. Harıl harıl bu konuları anlatırlardı kürsülerden. Her biri bir ışık topu(!)"

Söyleyecek çok sözü vardı daha. Damperli araba gibiydi. Dayanamadı, kasasında kalan bir yığın sözü "Hoca" dedikleri, hiç konuşmadan dinleyen arkadaşının üzerine kum boşaltır gibi boşalttı:

"Değil mi Hoca'm?

'Neylemeli onursuz, korkak yaşamı?' ***"

--------------

*Hisrov Ruzbeh, Komünist Savunma, Sosyalist Yayınlar, 1994-İstanbul

**Kel Ali'nin bağına dönmek: karmaşık bir hal almak.

***Zeynal GÜL, İki Damla Gün Işığı, Şiirler, Barış Kitap, 2018-Ankara

Kitaptan bir şiir:

-----------------

İki Gözüm, Gün Işığım

 

-Aydınlara-

Bilinç köprüm,

İki gözüm,

Gün ışığım;

"Kul olayım kalem tutan eline"

Şah'a arzuhal istemem

Anlat öfkesini yumrukların

Anlat dostluğu

Anlat deprem gücünü

Çeltek'in, Karabük'ün, Çukurova'nın...

Anlat ki,

"Güneş balçıkla sıvanmaz."

Neylemeli;

Onursuz, korkak yaşamı.

Zeynal Gul Kapak