Öztürk’ü Çorum’a, Ferhatlı’ya bağlayan neydi?
Öztürk’ü Çorum’a, Ferhatlı’ya bağlayan ne tozlu, çamurlu yollardı; ne hayalindeki okulun tam tersi bir okuldu. Ne okulun karşısındaki küçücük, balçıklı gölcükdü. Ne purları kaldırdıkça, altından çıkan, tavandan yatağına düşen akreplerdi. Ne beş kilometre ötedeki çeşmeden, eşekler üzerinde getirdiği içme suyu idi. Ne okulun bulunduğu üzerine çıkıp İzmir körfezini seyreder gibi Dedesli Ovasını seyrettiği Mağaza Tepesi’ydi. Ve ne de öğretmenlik.
Öztürk’ü Çorum’a, Ferhatlı’ya bağlayan, bizlerin, halkın İzmirli öğretmenini karşılıksız sevmiş olmasıydı. Sevginin yanında, büyüğüyle, küçüğüyle, bir de saygı görmüş olmasıydı. Ve de Öztürk’ü Çorum ve Ferhatlı’ya bağlayan bu sevgi ve saygıya layık olmasıydı.
“Unutmayacağım....” dedi gitti Öztürk. Unutmadı dostluğumuzu bütün kalbiyle sevgili İzmirli. Ne Öztürk unuttu; ne de saygıdeğer eşi Rezzan Bacımız unuttu. Ve de Öztürk’ün Ailesi saydığımız anası, babası, kayınpederi, kayınvalidesi, kayınbiraderleri unuttu. Her İzmir’e gittiğimizde, koşup geldiler yanımıza sevinçle. Ergen, Güven, Duru ailesi oluşturduk tevazu ve güvenle. Tıpkı “sacayağı” gibi üçlü bir aile oluşturduk... Elli dört yıldır bitmeyen dostluğumuz devam ediyor. Bundan öte daha dostluk olur mu...
*
Şimdi...
Evet şimdi, aradan tam elli dört yıl geçti...
Elli dört yıl boyunca, Ferhatlı’nın Öztürk öğretmeni, ticaretteki başarısını adım adım ilerletti. İzmir Balçova’nın aranan, sevilen, sayılan bir işadamı oldu. İzmir’in çok yerlerinde takdir edilen inşaatlara imzasını attı. Dürüstülüğü ile, alçak gönüllülüğü ile, dost canlılığı ile O buna layıktı. Layık olduğu yere oturtuldu.
Aradan elli dört yıl geçiti.
Elli dört yıl boyunca İzmir’de işi olup da Öztürk öğretmenlerini bulmayan tek bir Ferhatlılı kalmadı. O, işini bırakıp gelenlerin işleri ile ilgilendi. Sevgiyle, saygıyla karşılayıp; yine böyle uğurladı onları.
Aradan tam elli dört yıl geçti.
Elli dört yıl boyunca hiç diyaloğumuzu kesmedik birbirimizle. Kartlar, mektuplar, telefonlarla birbirimizi hep aradık.
Gelindi, gidildi. Her geliş gidişte ya’dettik anılarımızı.
Çocuklarımız oldu, büyüdüler. Çocuklarımızın düğünlerinde buluştuk; onların mutluluklarını paylaştık köklü bir aile gibi.
Aradan tam elli dört yıl geçti.
Elli dört yıl boyunca Çorum’un “Heri”sini; “Koçum”unu; “Combam”ını; “Gobel”ini hiç unutmadı. Her yazışmamızda, her telefonlaşmamızda, her buluşmamızda bu sözcükleri hep söyledik birbirimize.
Aradan tam elli dört yıl geçti.
Elli dört yılın, elli dört yazında, “İzmir’in tadı geldi; combam senin oda hazır, gel artık “heri” diye telefon edip çağırdı bizleri.
Aradan tam elli dört yıl geçti.
Elli dört yıldır biz ve eşlerimiz birbirimizi kardeş bildik. “Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır” özdeyişini unutmadık ve unutmayacağız...
Her İzmir’e gidişimizde bizi, İzmir’in her yerini gezdirdiler. Ege’yi gezdirdiler. İzmir’i çok, hem de çok sevdirdiler. Aslında sevilen o büyük şehir değil, sevilen, Öztürk ve Rezzan Bacı’nın candan dostluklarıydı.
Biz de her İzmir’e gidip dönüşümüzde “Tekrar görüşmek dileğiyle” deyip, hoşça kal Öztürk; hoşça kal Rezzan Kardeş; hoşça kal Fatihciğim diyerek sarılıyoruz birbirimize. Daha sonra dönüyoruz aile etrafında, yine kucaklaşıp “Hoşça kalın” deyip el sallıyoruz. Ve giderken, gezdiğmiiz-gördüğümüz yerlere de “Hoşça kalın, tekrar görüşmek üzere” diyerek tekrar dönüşümüzü düşlüyoruz.
Bitmeyen dostluk işte bu. Ve ömür sonuna kadar bitmeyecek...
Evet, “Bitmeyen dostluk bu...” diye sonlandırmak istedim yaşananlrı ama, tabiat da her geçen gün bedenden birşeyler götürüyor. Yaşlanıyor beden, güçsüzleniyor; ya’detmekten başka birşey yapamıyorsun. Ancak yaşam devam ediyor.
Yaşarken insan, acıları oluyor elbet; herkese nasip olmayan sevinçleri oluyor. Yaşıyorsun her ikisini de “Hayat acısıyla-tatlısıyla güzeldir” diye. Herkes bu acıları, bu sevinçeleri bir başkasına aktaramıyor. Herkesin kendince bir dünyası var çünkü. Kendince bir rengi, kendince düşünceleri var. Çözümsüz bir bilmecedir hayat. Asla çözemeyeceğimizdir. Gerçek hayat filmlerde olduğu gibi akıp gitmiyor. Ne yazık ki yaşamın akışını insanoğlu da yönetmiyor. Yaratan bir yerde noktalıyor yaşamı. İnanıyoruz buna; doğup, uzun-kısa yaşadığımız gibi, yaşamın sonlanacağına da inanıyoruz.
İnsanoğlunun “Gök kubbedeki hoş sedasıdır” bütün bırakacağı. Bu hoş seda ölmez yalnızca. Yıllarca yaşanan candan dostluklar ölmez. Anıldıkça yaşıyacak, yaşatılacaktır.
İşte bitmeyen dostluk bu. Ömrün sonuna kadar bitmeyecek; yaşanacak, yaşatılacaktır.
*
Sevgili dostlar, bizim de elli dört yıldır bitmeyen dostluğumuzda Öztürk’le yaşadığımız anılarımız oldu. Bu anıları ya’dederken bedenlerimiz olmasa da, ruhlarımız sevinecektir hiç kuşkusuz. Değerli dostum sevgili Öztürk’ü ebedi istirahatına yolcu ettik çünkü. Yolcu ettik derken, bedensel olarak aramızda yok. Ancak, her anıldığı an ruhu yaşıyor aramızda. Bizler O’nu anarken, O’nunla olan anıları ya’dederken Öztürk aramızdadır daima. Bizler yaşatacağız O’nu. Saygıdeğer eşi Rezzan Bacımız yaşatacak. Biricik oğlu Fatih yaşatacak. Ergen ailesi yaşatacak. Duru ailesi yaşatacak. Hısım-akraba yaşatacak. Candan arkadaşları yaşatacak. Öztürk şimdi, kendisini çok seven anne-baba, kayınvalide-kayınbaba, bazı hısım-akraba, eş-dostları ile vuslatta. Kendisi gitti ama geride bıraktığı “hoş seda” ile hala aramızda çünkü.
(SÜRECEK)