“Yaşınızı sormamda bir sakınca var mı?” diye sordum.
“Neden sakınca olsun, elli sekiz.” dedi.
Hiç de elli sekizi göstermiyordu. Yanımda, içinde kitap olan çantam vardı. Bir kitap da çantamın dış gözüne sokuluydu, yarısı da gözüküyordu. Bir ara gözü yanımdaki çantaya kaydı. Ben onun ismini, yaşını ve ne iş yaptığını öğrenmiştim. Çantaya bakışından onun da bana bir şeyler soracağını sezinlemiştim. Sezinlediğim gibi de oldu. Ve:
“Sizin adınız nedir? Ne iş yaparsınız?” diye sordu.
“Adım Bahri Güven. Emekli öğretmenim.” dedim.
“Güzeel, öğretmenleri çok severim. Onlar saygın kişilerdir.” diye, gururumu okşadı. Ve sonra “Anlamalıydım çantanızdaki kitaptan Bahri Hocaam.” diye devam etti. “Hâlâ okuyorsunuz demek.”
“Evet” dedim, “…hâlâ okuyup yazıyorum da.” deyince;
“Yaa, demek yazıyorsunuz da. Çok güzeel.”
“Çantamda görünen kitap kendimin.” dedim. “Size de bir tane verebilirim.”
“Çok memnun olurum Bahri Hocaam. Ama imzalı olsun.”
Çantamın dış gözüne sokulmuş kitabı çıkardım. Kalemim çantanın kenarına sokuluydu, onu aldım. Kitabımın kapağını açtım, yazmaya başlamadan bir an, uzmanlık dalını Radyoloji mi dedi, Kardiyoloji mi dedi diye tereddüt ettim. Yanlış yazmamak için sordum.
“Boş ver Bahri Hocaam. Radyoloji, ama yalnızca doktor yazsan yeter.” diye açıkladı.
Bu söylemi ile ‘ünvanının yazılmasa da olur’ iması ve alçakgönüllülüğünü açıklamış oldu bana. O andaki mahcubiyetimi gidermek için de:
“Bakın doktor bey” diye kulağımı gösterdim. Ardından işitme özürlü olduğumu söyledim.
“Normaal. Hepimizin bir yerlerinde arızası vardır, normal.” diye, tevazu ile karşıladı.
Verdiğim kitabın iç sayfasına:
Radyoloji Uzmanı
Sayın Sadık Ekber’e
En içten sevgi, saygı ve muhabbetlerimle…
12.10.2017
Bahri Güven
diye yazıp imzaladım. Sonra, verdiğim kitabın yaşanmış öykülerden olduğunu söyledim ve kitap hakkında kısa açıklamalar yaptım.
Çok sevindi. Çok kitap okuduğunu, gelirken de koliler dolusu kitap getirdiğini, ancak henüz yerleştiremediğini izah etti. Sonra benden özür dilercesine:
“Kitabınızı sonra okuyacağım. Kusura bakmazsınız değil mi?” diye söyledi.
“İstediğiniz zaman okuyabilirsiniz doktorcuğum. Alınan kitabın hemen okunacak diye bir kuralı yok. Siz ne zaman isterseniz o zaman okuyun.”
O anda ‘nerede kaldığı’ sorusu aklıma geldi. Hani demişti ya “Beş gündür Çorumluyum.” diye. Öğrenmek için “Hastanede mi kalıyorsunuz?” diye pot kırdım.
“Hastanede kalınır mı Bahri Hocaam? Bir gece Öğretmen Evinde kaldım. Ama Öğretmen Eviniz çok pahalı, gecede yetmiş beş lira. İki gece de Sera Otel’de kaldım. Altmış beş lira orası. Şimdi de hastanenin karşısında bir daire kiraladım. Yeni yapılmış. Hoşuma gitti daire. Hem hastaneme yakın, yürüyerek gidip geliyorum. Ama henüz elektriği, suyu, doğalgazı bağlanmamış. Bu gece mum yaktım.”
Anlamıştım kitabımı neden sonra okuyacağını.
“Canın sağ olsun doktorcuğum, zamanla hepsi bağlanır, rahat edersin.” Dediğimde yine tevazu ile:
“Olsuun, zamanla hepsi düzelecek. Elektrik bağlanana kadar mum yakıveririm ne olacak. Men beş yıldızlı otelde de kalırım; gerekirse aha bu parkta da kalırım, ne olacak.” diye, hem hoşgörülü olduğunu hem de alçakgönüllü olduğunu belirtiyordu.
Birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. Ancak daha çok ben onu… Zeki birisiydi. Çokça da sevecen, hoşgörülü, mütevazı…
Bazı meraklarım vardır. Örneğin, yabancıların, doktorların, sanatçıların, asayiş ve ordu mensuplarının neden Çorum gibi küçük şehirleri tercih ettiklerini. Sordum:
“Doktorcuğum, özür dileyerek sorup öğrenmek istiyorum. Özellikle doktorlar büyük şehirleri tercih ederler. Siz ‘küçük ölçekli’ Çorum’u tercih etmişsiniz. Tayin değil, isteyerek gelinen, bir de özel hastane. Bunun bir nedeni var mı?”
(SÜRECEK)