İki yıl önceydi... Tarih 25 Eylül 2012, günlerden Salı. Her gün aldığımız olumsuz haberler nedeniyle açmaktan korktuğum haber kanallarından birini açtım.
Ozanlık geleneğinin son efsanesi Neşet Ertaş Usta, sabah saat 08.45’te yaşama veda etmişti. 74 yaşında kaybettiğimiz Neşet Usta, bir süredir Onkoloji hastanesinde tedavi görüyordu. Bir gün önce yattığı hasta odasından yoğun bakım servisine kaldırılmıştı. Bunun anlamı belliydi. Usta artık sona gelmişti. Yine de bu ölüm haberi üzerine toplumda çok yoğun acı, hüzün, kaybetmişlik, pişmanlık ve karmakarışık duygular yaşandı.
Televizyon kanalları normal akışlarını durdurdu. Sanatçılar konuşuyor, onun eşsiz yorumu ve sanatı üzerine yorumlar yapılıyordu. Eserlerinden çalıp, söyleyenler vardı. Sosyal medya ayaktaydı. Ayrıca da biz hep böyle değil miyiz? Çile çektirdiğimiz değerlerimize sonra diz döverek, ağlamak bizim neredeyse geleneğimiz değil mi?
Kendi anlatımıyla; “Garip mahlası gibi, garipti, abdaldı, öksüzdü, yetimdi, kara yüzlüydü”. Bir de üstüne üstlük modern çağın dervişi ve çilekeşiydi. Bu kadar alçak gönüllü olup da, sessizliğiyle milyonların gönlüne nasıl dokundu bilinmez. 21. yüzyılın dervişi , süslü sözcükleri, pembe dünyanın hileli yollarını bilemedi. Resmi anlayışla da pek barışık olamadı. Ülkesine küstü. İtilip, horlanmaktan bıkmıştı. Almanya’ya gitti, uzun yıllar oralarda düğünlerde vurdu sazının tellerine. 22 yıl Almanya'da kaldı. Devlet büyüklerinden onu kimse aramadı. Bu süre içinde Yaşar Kemal, İnce Memet kitabıyla sessizliğin içinden ona seslendi. Kimseler onu yurda dönmek için ikna edemiyordu. Bu arada can yakan, yürek titreten besteleri Türkiye’yi sallıyordu. Eserleri ise, emek hırsızları tarafından çeşitli oyunlarla başkalarının ağızlarından seslendiriliyordu.



Türküleri milyonların ağızlarında, gönüllerinde yer ederken, O, yoksul ve açtı. Yapımcısı Hasan Saltık, kendisini ikna edip, yurda getirdi. Yurda döndükten sonra telif haklarından doğan bir miktar parayı kendisine verdiğinde şaşırdı. Bu işleri bilemeyecek kadar çocukça bir masumiyetin içindeydi. Güldü babasının emeklerini , eserlerini hatırladı “Babam mezardan para göndermiş” dedi. Bu parayla kendisine İzmir’den bir ev alabildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in, kendisine devlet sanatcısı ödülü vermek istemesini, "ben zaten halkın sanatcısıyım " diyerek red etti. Her bestesi başyapıt olmuş, bir üretken gönül adamıydı. Anadolu'nun Karacaoğlan'ı Pir Sultan'ı, Dadaloğlu'ydu... O'nun ölümüyle biraz da biz kendimize ağladık Türkiye, en büyük değerlerinden birini, bozlakların efendisini kaybetti. İki yıl önce kendisine Unesco tarafından, “Yaşayan İnsan Hazinesi” denildi. Dünya onu tanımıştı sanatının önünde eğilmişti. Son yıllarda gençler, üniversiteler, akademisyenler bu başarının sırrını ve sanatının inceliklerini öğrenmenin peşine düşmüştü. İlgi, sevgi büyüktü, ama yine geç kalmıştık toplum olarak hep olduğu gibi…
Biz, gerçek sanatçıları önce çilehanelerden geçirip, sonra ödüllendiren bir toplumuz. Biz ona çok çile çektirip, çilekeş ettik. Bizler de çok hakkı olan Neşet Usta umarım bizi affetmiştir.
74 yaşında kaybettiğimiz Neşet Usta, bize çok değerli duygular, dünden bugüne ve yarına taşınacak duygu dolu ezgiler bıraktı. Çilekeşliği, âşık olup, bir süre evli kaldıktan sonra, çocuklarının annesi olan Leyla’sından ayrılmasıyla daha da arttı. Bu ayrılık acısı onun şaheserler üretmesinin yolunu açtı. “Yazımı Kışa Çevirdin” “Kendim Ettim Kendim Buldum” gibi… Asıl toplumu sarsan bestelerini bu dönemde yaptı. Biz de onunla, milyonlar hep birlikte, yaşamın bu yollarından geçmedik mi? Onun türkülerinin bize bu kadar dokumasının nedeni toplumsal duygudaşlık değil miydi? Yine bir türküsünde dediği “Evvelim sen oldun, ahirim sensin ” derken ölümsüz aşklara vurgu yaptı yüreklerde. O, bu çağın çabucak tüketilen duygularından değil, geçmiş çağların duygularından söz ediyordu. O, bizim kendimizden bile sakladığımız, kaçındığımız duyguları bize sazıyla, sözüyle, avazıyla anlatandı. Gerçek duygularımızı tüm çıplaklığıyla tüm evrene ilân edendi. Günlük yaşamında bu kadar sade ve tevazu içinde olup, sanatıyla bu kadar çok şeyi anlatması onu derviş abdal, yapıyordu. “Cahildim Dünyanın Rengine Kandım” derken kendiyle de bu kadar yüzleşebilendi. Hem geçmiş yüzyıllardan bu çağa gelmiş, hem de bizi aşmış çok daha gelecek çağların insanıydı, sanki. Leyla’sına adanmış bir ömürle, bu ayrılık onun gözyaşı olmuş, bizim kalplerimize dolmuştu. Bir tür mitoloji kahramanı gibi. Gerçeküstü bir âşık gibi… Bu kadar kalbe giren, duygularımızın sözcüsü, “Daha Bir Gönüle İkrar Vermedim /Evvelim Sen Oldun Ahirim Sensin” derken bu sözcüklerin bir daha bu tadda böylesine ifade edilemeyeceğini biliyor muydu acaba?
Onun türkülerinden eksik kalanların, "duygu dünyaları ıssız ve kimsesizdir" diye düşünüyorum. “Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm” diyen usta, sahnede ceketini çıkarmak için dinleyenlerden izin isteyen zarafette bir insan olarak örnek alınır mı bilemem.
Sırtından para kazananları Allaha havale etti. Basında bu konuda tek bir sözcük bulamazsınız. Böyle naif, her şeyi içinde yaşayan bir insandı. Yazgısına sitemini, derdini sazının tellerine dokunduğu tezenesiyle, eşsiz sesiyle dünyaya haykırıyordu. Böylece tüm dünyanın olumsuz duygularından arınıyordu belki de...
Binden fazla eserle her sözü derin bir yaşam felsefesi olan ustamız bize çok şey bıraktı. Mezar taşında yazılı dizelere bugün; "bizim ülkemizin,kan gölü halinde olan ortadoğu coğrafyasının ve tüm insanlığın ne kadar ihtiyacı var ..." "Sakın ola ha insanoğlu, incitme canı incitme, her can bir kalp hakka bağlı, incitme canı incitme…Sevgi, saygı hoşgörü…”
Tüm bestelerinin güzelliğiyle, "Hep sen mi ağladın,hep sen mi yandın,ben de gülemedim yalan dünyada. Sen beni gönlümce mutlu mu sandın, ömrümü boş yere çalan dünyada. Yalandan yüzüme gülen dünyada” diyor büyük usta.
Işıklar içinde yat usta…
25 Eylül 2014