Oturdular Su Kemeri’nin karşısına. Gamsız da çöktü yanlarına.
Derenin iki yamacını birleştiren; altı yedi metre yüksekliğinde, sekiz on metre uzunluğunda bir su kemeriydi bu. Ancak, yanında yöresinde yetişmiş onca ağaç ve ağaçları sarmış sarmaşıklar, bu kemere gizemli bir görünüm veriyordu. Yanına kadar gelmeyince görünmesi olanaksızdı. Derenin içinde, ağaçların arasına gizlenmiş gibiydi. “Çağıl Pınarı” suyu da öte yüzden bu yüze, bu kemerin üzerinden geçirilmişti, Zamanla kemerin üst bölümü yıkılmış, su arkı bir buçuk metre yukarıda kalmıştı. Yakın zamanda, oluğunun yeniden onarıldığı anlaşılıyordu. Çünkü, ağaç destekler üzerine yerleştirilen tahtadan yapılmış oluk, galvanizli sacla kaplanmıştı. Duvar geniş olduğu için üzerinden öte yana geçmek mümkündü.
“Kim bilir kaç yaşında,” dedi Cemre. “Taşları kararmış, yosun bağlamış.”
“Ne emekler verilmiş bu kemerin oluşturulması için.”
Zeynep:
“Su, bu kemer sayesinde bu yana geçirilip Yayla’ya getirilmiş Özgün,” dedi
“Dedelerimiz çok çalışkan insanlarmış demek ki.”
Emre’nin sözünü onayladı Zeynep.
“Ekmeğini taştan çıkarır” diye bir deyim vardır hani. Dedelerimiz de o hesap işte. Köyün arazisinin ne yanına baksanız, onların geçmişte verdikleri emeklerinin izlerini görürsünüz.”
“Haklısın. En açık örneği de bu Kemer.”
Gamsız üç kez havladı.
“Bakın,” dedi Zeynep. “Gamsız bile tasdik ediyor bizleri.”
Hepsi de güldüler bu söz üzerine. Özgün başını okşadı Gamsız’ın
“Ne akıllı hayvan. Sanki konuşmalarımızı anlıyormuş gibi dinliyor bizi.”
“Dedem; bizler, eski kuşağın son temsilcileriyiz. Bizden sonra bakan, sahip çıkan olmazsa buralar da harap olur,” diyor.
“Doğru,” dedi Cemre. “Göç olayı, bakımsızlığa terk etmiş her yanı.”
Özgün:
“Birer resim de burada çekelim de, Zeynep sayesinde buraya gelişimizin ve burayı görüşümüzün anısı olsun,” dedi.
Su Kemeri’ni geri plana, Gamsız’ı da yanlarına alarak birer resim çektirdiler.
Geri döndüklerinde:
“Bundan da bir resim istiyorum!” dedi Zeynep.
“Gülümsedi Cemre:
“Elbette canım. Burada yaşadığımız güzellikleri nasıl paylaşıyorsak, anılarını da öyle paylaşacağız.”
YAYLA’DA AKŞAM
Güneş Yayla’nın üzerinden batarken onlar da sofralarını topluyorlardı.
“Eline sağlık Büyükbaba!” dedi Özgün. “Ne kadar güzel yapmışsın bu yemekleri! Hele de elle yemeceler… Tadına doyamadık doğrusu.”
“Aslında pek beceremem ama herhalde siz çok acıktınız.”
Cemre söze katıldı:
“Acıktık acıkmasına da yemekler de gerçekten lezzetliydi.”
“Biraz da buraların havasından ve suyundandır size yemeklerin lezzetli gelmesi.”
Akşam yemeği için hazır yayla çorbası yapmış, patates yemeği pişirmiş, Özgünün ‘elle yemece’ olarak nitelendirdiği, tavuk butlarını kızartmıştı. Çocuklar da iştahla yemişlerdi.
Ortalık kararmadan Cemre bulaşıkları yıkayıp kaldırmış; bir de çay demlemişti.
Az sonra, Karadağ’ın en uç noktasından bakır bir tepsi gibi dolunay kendisini gösterdi.
Çadırlarının önüne oturduklarında:
“Çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Ne kadar şanslı olduğunuzu biliyor musunuz?”
“Elbette biliyoruz Büyükbaba!” dedi Özgün. “Çünkü sizin gibi bir Büyükbaba’mız var.”
güzellikler de sizin sayenizdedir!” dedi Cemre.
“Teşekkür ediyorum da, ben o açıdan söylemek istememiştim. Burada kalacağımız bir hafta boyunca, her gece mehtap olacak. Yani gecelerimiz de ay ışığıyla aydınlanacak. Mehtap gezintisi bile yapabileceğiz. Bu açıdan şanslı olduğunuzu söylemek istedim.”
“Yaşasın!..” diye bağırdılar çocuklar.
“Biz her zaman şanslıyızdır zaten,” dedi Cemre.
Zafer Bey. Pilli radyolarını açıp radyo istasyonlarını karıştırırken, birinde karar kıldı. Bir istek parçası bitmiş yeni bir istek parçası başlamıştı.
Cemre heyecanla:
“En sevdiğim parçalardan birisi…”
(SÜRECEK)