CANI SAĞ OLANA
Akşam yemeğinden sonra çocuklar Büyükbaba’larının çocukluk yıllarına ait bazı anılarını anlatmasını istediler.
Zafer Bey:
“Anı çok çocuklar. Bilmem ki hangisini neye göre seçip anlatayım?”
Özgün:
“Büyükbaba, sizin çocukluk dönemlerinizde kışın çok kar yağdığını söylemiştiniz. Üstelik eskiden bugünkü gibi taşıtlar olmadığından kentlere yürüyerek ya da eşeklerle gidermişsiniz. İnsanlar hasta olduğunda doktora nasıl giderlerdi o kış günlerinde?”
“Evet, Büyükbaba” dedi Cemre. “Ne olur anlatın. Dinlemek istiyoruz.”
“Siz dinlemek isterseniz ben de anlatmaktan, hatta yazdıklarımdan okumaktan zevk duyarım.”
“Yaşasın!” Dedi Emre.
Ardından ellerini çırpmaya başladı.
“Tamam, çocuklar!” dedi. “Bana izin verin kitaplıktan alıp getireyim.”
“Bekliyoruz Büyükbaba” dediler.
Kalkan Zafer Beyin ardından çocuklar da kalkıp onun peşinden kitaplığa geldiler.
Yazdığı taslak dosyalarını da kitaplıktaki rafına abecesel sıraya göre dizmişti. Orada “Yurtsamalar” adlı kitapçığını çıkarıp aldı.
“Haydi, gelin bakalım” dedi çocuklara.
Oturma odasına geçtiler Zafer Beyin iki yanına Emre’yle Cemre, Özgün de karşısına oturdu.
Zafer Bey “Canı Sağ Olana” adlı yazısını bulup:,
“Okumaya başlıyorum” dedi.
Çocuklar heyecanla:
“Dinliyoruz Büyükbaba” dediler.
Zafer Bey aynı zamanda kendi öykü ve şiirlerini de çok güzel okurdu. Çocuklar da okunan şiirlerin ve yazıların büyüsüne kendilerini kaptırıp heyecanla ve zevkle seslerini çıkarmadan dinlerlerdi.
Okumaya başladı Zafer Bey.
Canı Sağ Olana
“Yazları ne değin
sıcak ve kuraksa,
kışları da öylesine
çetindi köyümün.
Kuşatmasında kalırdı
aylarca
Karın ve soğuğun.
İnsanlar;
odun ve tezekle
ısınan evlerinde,
kapanır kalırlardı
bir tutsak gibi
günlerce.
Yokluk-yoksulluk,
kış-kıyamet
kardeşti ölümle.
Köylü için,
yağan kar değil gökten,
dert ve tasaydı sanki.
Çünkü
komşunun komşuya
gidemediği köyde,
hastalık kol gezerdi
yedinde ölümle.
Hastalıklar en çok
bebeleri,
çocukları, yoklardı.
O körpe bedenleri,
daha kolay haklardı.
Kapılar, ne değin
sıkı kapatılırsa
kapatılsın;
belki soğuk giremezdi ama
salgın hastalıklar girerdi,
ölüm girerdi yine de.
Halk deyimiyle;
kepeği tükenmişse kişinin.
Yani;
bebelerden,
çocuklardan,
yaşlılardan birinin;
bir şey gelmezdi elden.
Çünkü;
engel yoktu
“Can Alıcı”ya.
Bir geldi mi
Çocuk, yaşlı demez;
çalar tırpanını,
alır giderdi canını
sırası gelmişin.
Yaşlılar utanırlardı,
sıra sıra dizilen
çocuk mezarlarından.
Ağıt evi olurdu
sırayla köy evleri.
Yaşanan acılardan
en çok da,
anaların dağlıydı yürekleri.
Çocukluğumuzda
Bizler de zaman zaman
hastalanarak,
ağız dil vermeden
ateşler içinde yanarak,
günler, geceler boyu
cebelleşirdik ölümle.
Yaşamla ölüm arasındaki
kıldan
sayrı salıncağında;
dünyadan habersiz,
gider, gelirdik.
Yaşamak içinse,
büyük uğraş verirdik
Tülbentlerin ıslaklığı da
almazdı ateşimizi.
Buharlaşırdı
bedenimize
değer değmez.
Analarımız;
umarla umarsızlığın,
umutla umutsuzluğun
kesişim çizgisinde;
dudaklarında duayla
ışıtırlardı günü,
başucumuzda
gözlerini kırpmadan.
Zamanla
ateşimizin düşmesi,
gözümüzü açmamız,
ardından da:
“Ana acıktım!” dememiz
dünyayı bağışlardı onlara.
Analar;
sevinç göz yaşlarıyla
ellerini açarak havaya,
kefeni yırtan
biz yavruları için,
şükrederlerdi Mevla’ya.
Kimi çocuklar,
şanslı değillerdi
bizler kadar.
Onlar;
dünyayı tanımadan
göç ederlerdi
bir başka dünyaya.
Şimdi belki siz;
kırk-elli yıl önceyi de
bugünkü gibi sanacak;
doktor, hastane,
ilaç adı anacaksınız.
Oysa ki;
o zamanlar kışın,
kentlere yol nerde?
Taşıt nerde?
Doktor-ilaç nerde?
Hastane nerdeydi?
Say ki onlar;
ovaları geçilmez,
dağları aşılmaz,
Kafdağı’nın ardındaki
ulaşılmaz
bir masal ülkesindeydi.
Onların yerine köylerde
Şifa Nineler vardı.
Salt hastalar değil;
darda, bunda kalanlar da
bir umar için
onlara koşarlardı.
Bizim köyünüzde de
yetmişinde,
belki sekseninde
“Duduş’un
Haçça Nine” vardı.
O da bizim köyün
‘Şifa Ninesi!ydi.
Yani,
hem hekimi,
hem de ebesiydi.
O yaptırırdı doğumları,
gebe kadınlara.
Bir başka can
veda ederken akşama;
onun elinde
“Merhaba” derdi,
yeni bir can yaşama.
“Kocakarı ilacı” da
yapardı hastalarına.
Kurşun döker,
“üzellik” tütütürdü
nazar değmişlere.
Ayrıca;
okuyup, üflediği
bir suyu içirirdi
başının ağrısı tutanlara,
şifa niyetine.
Bir de;
halk arasında
“Lokman Hekim İlaçları”
olarak nitelenen
ilaçlar yapardı hastalarına,
bildiği bitkilerden.
“Kara gün dediğin
kararıp kalmaz” ya hep.
Gün gelecek,
o da geçecektir.
Güneşin açmasıyla birlikte
havalar ılıyacak,
karlar eriyecek,
yollar açılacaktır.
Kışın yerini ise,
“bahar” alacaktır
günün birinde.
Sonunda;
evlerde un-ekmek azalmış,
yakacaklar bitmiş,
hayvanların
otu-samanı tükenmiş;
ölenlerin yerineyse,
birkaç bebe
eklenmiş olarak çıkılırdı
hazan “bahar”a.
Uzun sürmüş
bir savaştan
acılarla, yitimlerle
ama
utkuyla çıkmış gibi.
Bu yıl da kırılmıştır
kışın beli.
Gelecek yılaysa,
Allah kerimdir,
canı sağ olana.”