Ceviz ağaçlarının gölgesindeki Şarıldak’a vardılar. Dağdan gelen su burada 5-6 metre yükseklikteki kayadan aşağı iniyordu şarıltıyla. Güzel bir çağlayan oluşturmuştu. Yaz dönemlerinde çocukların ve gençlerin duş alıp serinlediği, çoğu zaman da gurbetçilerin piknik yaptıkları bir alandı burası. Şarıldak’ın önünde çevresi çalılarla korumaya alınmış, göğe doğru direklenmiş uçlarıyla kavak ağaçları vardı.

“İşte burası Şarıldak,” diyen Zafer Bey, şöyle sürdürdü sözlerini:

Can verir bahçelere, dağdan inen bu gür su.

Ağaçların gölgesi bir cennettir doğrusu.

İki yanda kayalar, sanırsınız kaledir.

Kayalardan inen su, küçük bir şelaledir.

Zaman zaman gelirdik, bizler gençlik çağında.

Bu suyla serinlerdik, nice yaz sıcağında.

Şarıldak’a uzanır, köyümün bahçeleri.

Bu dere gurbetçiye, en güzel piknik yeri.

“Ben daha önce de gelmiştim buraya Büyükbaba,” dedi Emre.

Cevizlerin ve kavak ağaçlarıyla birlikte dimdik yükselen kayaların gölgesindeydi bulundukları yer.

“Ne güzel görünümü var,” dedi Cemre. “Nereden geliyor bu su Büyükbabacığım?

“Dağdaki Akçapınar Gölü’yle, Yayla’nın Gölü dolunca salıyorlar sularını. İki koldan gelen su birleşerek Şarıldak’tan inip ulaşıyor köyün bağına bahçesine.”

“Yıkanır mıydınız burada?” diye sordu Özgün.

Evet. Yeni yetmeliğimizde fırsat buldukça gelir burada duş alır, serinlerdik çocuklar.”

“Biz de duş alabilir miyiz Büyükbaba?” dedi Emre.

“Sabahleyin su serindir. Üşürsünüz.”

“Öğleyin olabilir mi?”

“Elbette. O zamana kadar hava iyice ısınır, su da biraz ılır, üşümezsiniz. Ancak

“Ancak ne? Büyükbaba?”

“Çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Gözünüz keser de yürüyebilirseniz sizi dağa, Akçapınar’a çıkarmak istiyorum. Burada oturup kalmaktan iyi değil mi? Ne dersiniz?”

“Çıkalım Büyükbaba,” dedi Özgün.

“Çıkalım,” dedi Cemre de.

“Ben yürürüm ama bakalım Prenses Hazretleri yürüyebilir mi?” dedi Emre.

“Hıh” dedi Cemre. “Sen kendine bak akıllım. Sen yürüdükten sonra, ben haydi haydi yürürüm.”

“Ben de yürürüm,” dedi Özgün.

“Tamam, öyleyse,” dedi Zafer Bey. “Nasıl olsa bir günlük azığımız var yanımızda. Akşama kadar gezebiliriz çocuklar. Yorulana gelince”

Ötesini demedi.

Emre:

“Yorulan geri döner.”

“Ben hiç de geri dönmem Şehzade Hazretleri,” dedi Cemre.

“Neyse,” dedi Zafer Bey. “Yorulanı ben sırtıma alır, taşırım.”

“Ah benim bi tanecik Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Asıl bizim seni sırtımızda taşımamız gerekir.”

“İşte şimdi doğru bir söz ettin Prenses Hazretleri. Bizim için bunca özveride bulunan Büyükbaba’mızı, sırtımızda taşısak bile hakkını ödeyemeyiz,” dedi Özgün.

“Sağ olun çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Sizleri memnun edebiliyorsam ne mutlu bana. Yalnız unutmadan söyleyeyim. Burada bir resim çektirmeden gitmek olmaz. Geçin de şöyle bir resminizi alayım.”

“İyi olur,” dediler.

Durdular, Şarıldak’tan yana, gülümsediler birlikte. Büyükbabaları makinenin düğmesine basarak, fotoğraf karesinde zamanı durdurdu.

“Haydi bakalım, şimdi düşelim yola. Akçapınar’a bu derenin tabanından çıkacağız. Dere tabanı geçit veriyor. Otların, çalıların, taşların ve kayaların olması bize engel değil.”

“Sen buradan hiç çıktın mı Büyükbaba?” diye sordu Özgün.

“Evet,” dedi Zafer Bey. “Daha önce birkaç kez çıktım. Yine de dikkatli olmanız gerekiyor. Çünkü çalılar elinizi yüzünüzü yırtabilir, otların arasındaki taşlara tökezleyebilir, düşebilirsiniz. Bir yanınızın yaralanmasını, canınızın yanmasını istemem.”

“Sen hiç merak etme Büyükbaba,” dediler. Biz dikkatli yürürüz.”

Saray Deresi, Şarıldak’tan itibaren kuzeye doğru birdenbire dikleşip yükselen, yamaçları ardıç kaplı bu dağın arasına, derin bir çatlak gibi dalıyordu. Ya da diğer bir deyimle, dağın bu yamacını ikiye ayırmıştı Saray Deresi.

Belli bir yere kadar da ceviz ağaçları vardı derenin içinde. Zamanla dağdan inen seller birçok ceviz ağacının dibini oyduğu gibi, kimini de çatağına kadar doldurmuştu çakıl taş ve kumlarla.

(SÜRECEK)