Eskiden savaşlar uzun sürüyormuş. Giden gelmiyormuş. İki çocuğunu karısına emanet edip askere gitmiş adam. Gidiş o gidiş...

"Rus'a esir düşmüş." diyenler olmuş. "Öldü." haberini getirenler olmuş. Derken yedi yıl sonra çıkıp gelmiş adam.

İhtiyar anası, babası ile eşi, iki çocuğu bir de kendisi sofrada kaşık sallarken, dört, beş yaşlarında bir çocuk daha aralarına sıkışıp sofrada yerini alıyormuş her gün.

O gün sofrada yoğurt da var. Herkes bulgur pilavına uzanırken çocuk yoğurda kaşık sallıyormuş. Adam, eşine kaş göz etmeye başlamış.

"Bu çocuk da kim?"

Kadın, hiç oralı olmamış. Sonunda cinleri tepesine çıkan kadın:

"Geçinmek istiyorsan yoğurt yiyeni karıştırma. Yemeğini ye!" demiş.

Adam da yemeğini yemiş.

***

Yedi, sekiz yüz yıl öteden Yunus'un sesi duyuluyor:

"Yetmiş iki millete bir göz ile baktık biz."

Bu coğrafyada Yunus'un "Biz" dediği kimlerdir?

Sen,

Ben,

Biz..

Zamanla "biz", "millet" olarak kalıplaşır.

Siyasetçilerin dili Yunus'un diline benzemiyor.

"Türk, Kürt, Arap..."

Siyasetçilerin dilinden düşmeyen bu tekerleme; üçleme, beşleme, yedileme, on üçleme şeklinde çoğala çoğala gidiyor.

Mustafa Kemal Atatürk, verdiği söylevlerinde bu yetmiş iki millete "Yurttaşlarım! Türk Milleti!" diyerek seslenmiştir.

23 Temmuz 1919'da Erzurum Kongresi'nde alınan kararın birinci maddesinde: " Vatan bir bütündür, bölünemez." diyor.

Yola böyle çıkılıyor.

Cumhuriyet'in ikinci yüz yılında "Biz" kalıbının dışına çıkılıyor.

"Biz" kalıbını kümelere ayırmak, "millet, illet" gibi yakıştırmalarda bulunmak karşıdevrimci bir anlayıştır.

Emperyalizm, "Biz" kalıbını kırmamızı istiyor. Kendisine işbirlikçiler de buluyor.

Yeni yüz yılda ne kadar Atatürk düşmanı varsa emperyalizmin kanatları altında siyaset yapanların yanında.

Bilim adamlarının işi atomu parçalara ayırmak, emperyalizmin işi de halkları birbirine düşman etmek, etnik gruplara bölmek.

Yıllardır sınırlarımızı geçip akın akın Türkiye'ye geliyor Arap dünyası. Bizde yurttaş oluyor.

Sofrada yoğurt yiyen, ev halkına karışan çocuk gibi bizden birileri onlar da.

"Bunlar da kim? " diye soramıyoruz bile.

Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçeceği günün öncesinde Hürriyet Anıtı'nın önünde Fikriye'ye: "İşte, şu timsalini gördüğün hürriyet uğruna ne belalar savuşturduk. Şimdi, o hürriyeti yine kaçırdık. Hem adamakıllı kaçırdık, Fikriye Hanım. Anadolu dağlarına doğru kaçıp gitmiş olan o beyaz kanatlı hürriyet ve sulh güvercinini bulmaya gideceğim."*

Gidiyor da.

Arkasında önünde emperyalist bir güvence yok. Güvendiği dağ Anadolu'daki halklar.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluyor.

Cumhuriyet iki şeyi başaramıyor; bir, birçok bölgede marabalıktan kurtulamıyoruz; iki, tarikat şeyhlerinin ağzına bakıyoruz.

Hak,

Hukuk,

Adalet,

Özgürlük talepleri yerini bulmuyor.

Orta Doğu'da, Güneydoğu'muzda ABD'nin eli oldukça, gözü oldukça; din-tarım toplumunun egemen temsilcileri tasfiye edilmedikçe, yüz yıllık kazanımlar da elimizden kayıp gidecektir.

Nasrettin Hoca Akşehir Gölü'ne maya çalarken;

" Ya tutarsa? " diyor.

Emperyalizmin oyunu Hoca' nın göle maya çalmasına benzemiyor.

------------------------------

*Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Cilt:2, s. 12, Tekin Yayınları