Semeri vurulmuş eşeğimizin boyuna bile ulaşamıyordu boyum. Şimdi kim olduğunu anımsayamadığım bir genç daha vardı yanımızda. Yani üç kişiydik. Benim ilk serüvenimdi bu. Bundan böyle de aralıksız sürdürecektim odun taşıma işini. 

O gün güçlükle çıkmıştık dağa yukarı. Kimi yerlerde kar erimiş, yerler çamurdu. Yukarılara doğru çıktıkça kar artıyordu. Yoldan sapıp, hafif meyilli bir alanda durduk. Hava sisli ve soğuktu. Görüş alanımız da sınırlıydı. O nedenle, yoldan fazla içerilere açılmadık. Bir an, dağda kaybolduğumuz duygusuna kapılarak korktuğumu belirtmeliyim. Yön kavramını da yitirmiştim. Yanımdakilerin benden büyük olmalarından cesaret alarak korkumu yenmeye çalıştım. Onlar buraların yabancısı değillerdi. 

Hayvanları birer meşe ağacına bağlayarak odun toplamaya koyulduk. Ben fazla odun toplayamamıştım ama onlar, eksiğimi tamamlamışlardı. Sisten göz gözü görmüyor, soğuktan ellerim tutmuyordu. Yanımızdaki diğer genç, kurtlara rastlama endişesini dile getirince, Hakkı ağabey:

“Gelirse baltayla doğrarız!” demişti. 

Ben de elimdeki tahradan cesaret alarak:

“Gelemez, yaklaşamaz bize! Biz üç kişiyiz!” diyerek yüreklilik gösterisinde bulunmuştum.

Biz o zaman hesabımızı tek kurda göre yapmıştık ama durumun hiç de öyle olmadığını çok sonraları, kurtların sürüyle gezdiklerini gördüğümde anlayacaktım. 

O tarihten tam yirmi beş yıl sonraydı. Mecitözü’nün kırk evlik Pınarbaşı Köyü İlkokulunda öğretmendim. 1969 yılında yoğun bir kış yaşıyorduk. Kar çoğu yerde çocuk boyunu aşıyordu. İşte o günlerde kurtların sürü halinde güpegündüz köyün gerisindeki ardıçlık tepenin eteğinden köye inmelerine tanık olmuştum. Kurtlara saldırması için kışkırtılan davar köpekleriyse, kurtlara karşı saldırmayı bırakın, korkularından kesik kesik havlayarak sahiplerinin ardına saklanmışlardı. 

O gün, onların yardımıyla tamamlayabilmiştim bir yük odunu. Ellerim, ayaklarım buza kesmişti sanki. Odunların hayvanlara yüklenmesinden sonra köye nasıl geldiğimizi anımsayamıyorum doğrusu. Anımsadığım tek şeyse; o gün çok üşüdüğümdü. Bir de bunun sonucunda hastalanıp, okula da gidemeyip bir hafta yattığımdı ateşler içinde kıvranarak. 

O yıllarda, yani “Ellili Yıllar”ın ilk yarısında köylerden kentlere ulaşacak ne doğru dürüst yol, ne de motorlu taşıtlar vardı. Kömür de yoktu o yıllarda köye ulaşabilen. Köylü de köyden kente ulaşmayı ve yakacak gereksinimini hayvanlar yardımıyla sağlıyordu. 

Yine o yıllarda büyük kentlere göç başlamadığından köyün nüfusu üç bine yakındı. Aileler kalabalıktı. Askerliğini yapmış oğullar evlendirilseler bile, babaları onları ayrı bir eve çıkarmazlardı. Aile bölünmez, bir arada yaşanırdı. Köyde, beşten doksan beşe değin herkesin çalışması gerekiyordu. Genç ve enerjik nüfusun büyük bir bölümü ailelerdeki iş bölümünde, aile reisince odun taşıma işinde görevlendirilmişlerdi.

O yıl, “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”ndan sonra okulumuz tatile girmiş; ben de “pekiyi” derece ile beşinci sınıfa geçmiştim. Okulun tatile girmesiyle birlikte bana da odun yolu görünmüştü. Bundan böyle her gün, dağ yolunda olacaktım.

Baharın gelmesiyle hafta sonları başladığım odunculuğu bahar ve yaz dönemlerinde olmak üzere, hafta yedi gün aralıksız sürdürecektim. Her gün akranlarımızla birlikte oduna gidecektim. Ala şafakta çıkılırdı yola. Oduna gidenlerin en küçüklerindendim. Bedenleri saran sabah serinliği, uykunun son uyuşukluğunu da alır, yerine diri, dipdiri bir canlılık verirdi. Sabah sessizliğini önce önümüzdeki hayvanların ayaklarının nal şakırtıları, ardından yeni bir güne başlamanın coşkulu söyleşilerinin sınır tanımazlığı bozardı. Kısacası, odun yoluna düşen yeniyetmeler, oduna gitmeyi ve dağdan odun taşımayı da bir şenliğe dönüştürürlerdi. Gündoğumunda dağı tutanlar olduğu gibi, hayvanları odun yüklü dağdan dönen yetişkinlere de rastlamak olasıydı. Bunlar gece, ay aydınlığında oduna giden, genellikle birbirleriyle delikanlılık yarışında olan gençlerdi.

Köyden çıkışla dağa varıp, bir yük odunu alarak köye dönüş altı yedi saati bulurdu. Bunun ikişer saatten dört saati gidiş-dönüş yolu, iki-üç saati de odun toplama ve hayvana yükleme süresiydi. Odunlarımız ise, yetişkinlerin kestiği çamların kurumuş dallarından, yine kesilmiş meşe odunlarının kurumuş uç kısımlarından oluşuyordu. Yetişkinler bunlara, leyleklerin yuvalarını yapmak bağlamında kullandığı çalı anlamında “leylek çalısı” derlerdi. Bizim, emsallerimizle yardımlaşarak eşeğe yükleyip getirdiğimiz, yarısı çalı olan bu iki kucaklık sözde odunumuzu, bir yetişkin sırtlasa götürürdü.

(SÜRECEK)