Kadı’nın Yaşar’ın yaşamı

bir farklı dramdır.

Düştükçe aklına,

anımsadıkça onu,

yüreğinden akan kandır.

 

Çocuk da olsanız,

köy yerinde

emeksiz,

yemek yoktur hiç kimseye.

 

O nedenledir ki;

köy çocukları

yürümeye bulaştılar mı?

Her biri

bir işin ucundadırlar artık.

 

Ödemeleri gerekir

yedikleri ekmeği.

Bu işin hakçası,

yani açıkçası;

beşten doksan beşe dek

iş vardır herkese.

 

Eli ekmek tutan

köy çocuklarının çoğu;

ya mal peşindedir akşamlara dek...

Ya da dağ yolundadır

önlerinde eşekleri,

kışlık yakacak için.

 

Dokuz yüz ellili yılların ortalarında;

on bir, ya da on ikisindeydiniz.

Odunu eşeğe yüklemede

yetersizdi gücünüz.

Çünkü

 henüz küçüktünüz.

 

O nedenle;

iki ya da üçünüz

bir araya gelip arkalaşarak;

ve de yardımlaşarak,

yüklerdiniz odunları,

hayvanlarınıza…

 

Bir de Yaşar vardı.

‘Kadı’nın Yaşar...

Büyüktü sizden.

Yani hepinizden

Yaşça da üç dört yıl öndeydi.

Delikanlılığın o tozpembe,

düşlemli dönemindeydi.

 

Denk düşerde

onunla giderseniz oduna;

dünyalar sizin olur;

kaygınız, tasanız

son bulurdu.

 

O yanınızdayken dağda

korku kemirmezdi yüreğinizi.

Öylesine güvencede

duyumsardınız kendinizi.

 

Çünkü

sevecendi Yaşar.

Yardımseverdi.

Sevgi dolu kocaman

bir yüreği vardı.

Esirgemezdi sizlerden emeğini.

Yükler odununuzu,

onun gölgesinde

birlikte dönerdiniz köye.

 

Bir de;

yokmuş gibi tasası, derdi,

hep gülümserdi.

Oysaki

ne fırtınalar eserdi içinde de,

kimseler bilmezdi.

 

Yaşlıydı ve hastalıklıydı babası.

Dört kızın ardından

dünyaya gelmişti Yaşar.

İki ablası gelin olup gitmiş,

ikisi evdeydi.

Yapılacak işler

Yaşar’ın eline bakardı.

 Açıkçası

evin geçimi,

Yaşar’ın omuzlarındaydı.

 

İşin kötüsü,

gelirleri az, geçimleri dardı.

Hiç boş durmazdı Yaşar.

Günleri odun yolunda,

tarlada,

bağda,

bahçede;

kimi zamanda

çerçilikte geçerdi.

 

Arada bir de kahrından:

“Hey gidi günler hey!

Kader; kimini çoban yapmış,

kimini de bey!

Bizi de gödek eşek ardında

sürünmeye mahkum etmiş!” Derdi.

 

Aylar, mevsimler derken,

geçti üç dört yıl daha.

Yaşar;

yıl, 365 gün,

her gün;

ortalık ışımadan,

gün doğmadan daha,

kalkardı sabaha.

 

Geçen, bu süre içinde de

boylu boslu,

yakışıklı,

bakışları ışıklı,

ve de kaytan bıyıklı,

bir delikanlı olmuştu.

 

Odun taşıma dışında da

çerçiliğe giderdi

yaban köylere doğru…

Arada sırada da

meyve, sebze indirirdi

eşekleriyle kasaba pazarına,

ilkyazdan son güze değin.

 

Çalışır, çabalar,

dur durak vermezdi işine.

Yürürken de

toprak titrerdi ayakları altında.

Öylesine güvenli

ve de sağlam basardı yere.

Yani; beğenirdi kendisini

her genç gibi…

 

Yaklaşırken yirmiye doğru yaşı

düğünlerde onundu halayın başı.

Davul zurna eşliğinde,

“Hey hey!..” naralarıyla

yürekleri titretirdi.

 

Damlar sarsılırdı ayaklarından;

sıçrayıp havaya,

indikçe yere.

Yürekleri kıpır kıpır olurdu

Yaşar’ı izleyen genç kızların…

 

Köy gençlerinin

doğasında var olan,

geleneksel silah edinme tutkusu;

artık Yaşar’ın da tek arzusuydu.

Uyarına getirip

bir de silah almalıydı.

 

Bu düşünceyle güz sonu,

köyünden İzmir’e gidip

kış boyu çalışarak,

biriktirdiği parayla

bir silah almıştı.

Doğrusuya,

dünyalar onun olmuştu.

 

Kanatlı bir ata binmiş gibiydi Yaşar.

Göklerde uçuyordu

sanki sevincinden.

Köy düğünlerinde,

davul gümbürtüleri,

zurna seslerl arasında o da,

havayı kurşunluyordu

emsalleriyle yarışa.

 

Tabancasının tak tak’ları,

anlatılmaz biçimde

mutlu ediyordu onu.

Çünkü köy yerinde bu,

delikanlılığın raconuydu.

 

“Falancanın silahı,

filancanınkinden

iyi patlıyor” denmeliydi.

O da bununla gururlanıp,

içten içe övünmeliydi.

Delikanlılık yarışında da

hep önlerde olmalıydı.

 

Askerliğini,

Ankara, Mamak’ta yapmış,

bitiminde de

çavuş olarak salınmıştı.

 

Askerlik dönüşünde de

gönül verip sevdiği,

hem de çok beğendiği

bir kızla evlenmiş;

“Evdeşimi buldum!” demişti.

Daha bir güvenle

bakar olmuştu geleceğine.

 

Ama ne yazık ki,

bu mutluluk,

pek de uzun sürmemişti.

Varmadan senesine,

daha ilk doğumunda

yitirmişti eşini

bebeğiyle birlikte.

 

Kaderin Yaşar’a oynadığı

kötü bir oyundu bu.

Ölenle ölünmüyor,

yaşam, her şeye karşın

yine de sürüyordu.

 

O nedenle Yaşar;

tutmuş komşu köyden

yeniden evlenmiş,

peş peşe de çocukları olmuştu.

Kendince mutluluğu

yeniden bulmuştu.

 

Kader hiç durmadan

örüyorken ağlarını;

kişi bilmez ne getirir

kendisine yarını.

 

Günlerden bir gün

bir gece köy dışında;

‘Kavak yelleri’ derler ya,

esiyorken başında...

 

Bilebilir miydi ki Yaşar

boş bir anında;

düşebileceğini

kendi silahının pususuna…

Bir gözünü de

kurban vereceğini

bitmez silah tutkusuna.

 

Bilemezdi kuşkusuz,

bilemezdi bunun etkisiyle de

bir yanına

inme inebileceğini;

yanlış bir davranışının

yaşamını

altüst edebileceğini…

 

Yiğit Yaşar,

Delikanlı Yaşar,

Civanmert Yaşar.

 

Açmıştı başına

büyük dert Yaşar.

 

Öğrenmişti silahla

oyun olmayacağını.

Öğrenmişti, ama ne yazık ki

ağır olmuştu

bu dersinin bedeli…

 

Ölümden inmeli bir bedenle

dönmüştü ikinci yaşamına.

Konuşma yetisini de

yitirmişti yarı yarıya.

 

“Buna da şükür!” demişti;

karayazılı, kadersiz eşi.

“Ölmedi ya,

başımızda ya!”

 

Yaşar,

onurluydu,

dürüsttü,

mertti.

Onun için bundan böyle,

Yaşam çetin,

sakatlıksa,

büyük dertti.

 

Buna karşın o,

el avuç açmadı

hiç kimseye.

Muhtaç etmedi

çocuklarını da

ele güne.

 

Çalıştı,

çabaladı;

onurluca sürdürdü

yaşam mücadelesini.

Tek gözüyle ve

o inmeli bedeniyle.

 

O tek gözünü alan kurşunun

bedeninde açtığı hasar;

zaman içinde

yeyip tüketmişti Yaşar’ın

dağ gibi bedenini azar azar..

 

O kazadan

dört beş yıl sonra da;

ulaşamadan Yaşar kırkıncı yaşa;

bırakarak eşini ve çocuklarını

yazgılarıyla baş başa,

veda etti yaşama.

 

“Bir varmış,

bir yokmuş”a dönüştü

 Yaşar’ın öyküsü.

Yakınlarınca bile unutuldu

onun türküsü.

 

Doğaldır ki çok kişi

kaderin;

Yaşar’a oynadığı

bu kötü oyuna şaşar.

Ama

senin gibilerin yüreklerinde,

ölünceye değin

anılarıyla yaşar,

 

Kadı’nın Yaşar.

Doğrusu ya,

aklına düştükçe,

İçin bir başka dolar,

bir başka taşar.

         ***