Kısacıktı. Boyu on, on iki santim ya vardı ya yoktu. Bir karış bile değildi. Etine dolgun, sıradan bir balık, adını bilmiyordum, hâlâ da bilmiyorum.  Minik ağzını açıp açıp kapatıyordu.

Şahin, öğrencim, üstünde okula giydiği kara önlük, beyaz yaka, sanki üniforması çocuğumun, okuldan çıktığı gibi duruyor. Üstüne yapışmış, sürekli aynı kara önlük, aynı beyaz yaka. Biraz kirli ama olsun, takmaktan gurur duyuyor. Okula geldiği gibi geziyor köyün içinde. Sadece babasının planya ve ince çivilerle elde yaptığı, çanta yerine kullandığı, ahşap bavul yok yanında, orta boy bir kova.

Çocuk elini kovaya daldırıp bir tanesini yakalayıp çıkardığında sırtı parlak gümüşi yeşil, duman grisi ve karın altı beyaz, canlı, sudan çıkmanın verdiği şaşkınlıkla çırpınan bir balıktı. Renginden mi nedendir bilinmez köylüler gümüş balığı derlerdi. Bu köyde bu balığı nerden tutmuşlardı, nasıl avlamışlardı? Hemen aklıma köyün yakınından geçen ırmak geldi. Ama köylülerde hiç balık oltası görmemiştim. Balık tutulduğuna ilişkin bir konuşma da geçmemişti sohbetlerimizde. Neyle avlamışlardı? Çok merak etmiştim doğrusu. Hele Şahin? Bu çelimsiz çocuk, taşımakta zorlandığı bu kovayı dolduracak kadar balığı hangi maharetle tutmuştu?   

Balığın kaynağını öğrenmek benim için çok iyi olacaktı. Bakarsın ben de bir olta edinir, hafta sonları, üç buçuk saat süren yolu teperek kasabaya gitmek yerine on dakikalık mesafede nehre yürür, balık tutmakla oyalanırım. Şahin “öğretmenim bak, sana balık getirdim” dediğinde şaşkınlığımı gizleyememiş, baka kalmıştım. “Nehirden mi yakaladın Şahin, hem neyle yakaladın, senin oltan var mıydı?”

“Yok öğretmenim, elimle yakalayıp kovaya doldurdum, sana da getirdim, buradan alabilirsin.”

“ Elinle nasıl yakaladın, elle balık yakalamak kolay mı?”  

“Evet öğretmenim, çok kolay, alıp kovaya dolduruyorsun. Yoldan aşağıya bak, şu gelenlerin hepsi balık topladı, kovaları balık dolu, ben bu kadar toplayabildim.”

Gerçekten de nehir tarafından köye doğru yürüyen on dört on beş kişilik bir kalabalık vardı ve hepsinin ellerinde de birer kova. Balık toplamak! Balık avlamak diye bilirdim, balık toplamayı da yeni öğreniyordum.

İçine yarıya kadar su doldurup getirdiğim bir kovaya Şahin sekiz-on tane balık bıraktı. “Biraz daha al öğretmenim.” Şahine teşekkür edip eve yönelmeye vakit kalmadan Rıza’nın babası Hasan yanımıza kadar yaklaşmıştı “Hocam dur, girme içeri, birkaç tane de ben koyayım kovaya.” diyerek beni durdurdu.

“Hayrola Hasan, bu balıklar da nerden? Irmak balık mı kaynıyor? Hem sizin ağınız yok, oltanız yok, neyle avlıyorsunuz? Şahin biraz anlatmaya çalıştıysa da pek aklıma yatmadı. Bir de sen anlat.”

“Olur hocam. Şu aşağıda gürleyen ırmak var ya, balık doludur. Pek göremezsiniz. İçinde gümüşü var, sazanı var, yayını var. hele aşağıda girdabın oluştuğu köşede tatlı su levrekleri var ki tadına doyum olmaz. Birkaç çeşit daha var da ben adlarını bilmem ki.”

“Eee, anlat hele.”

“İşte, bu azgın ırmağa biz köprü dayandıramadık, amma ve lakin, o bizi hiç balıksız bırakmadı. Karşıya geçmemiz ne kadar zor olsa da, sakin zamanlarda çok kolay balık toplarız.” “Nasıl?”

“Hocam biz bu ırmaktan kanallar açarak tarlalarımıza su çekeriz. Bu suyu tarlalarımıza ektiğimiz sebzeleri sulamak için kullanırız. Sulamayı bitirdikten sonra ırmaktan açtığımız kanalın başını kapatırız. Başı kapanan kanalın suyu, sulama bittikten sonra yavaş yavaş çekilir. Su çekildikçe ırmaktan kanala geçen balıklar kaçamaz, biz de kanal etrafında bekler, paçalarımızı yukarı sıvar, sığ suda balık toplarız. Kovası dolan komşular çok toplayamayan komşulara verir. Yılda en azından birkaç kez çocuklar balıkla beslenirler. Hem bir öğün yemeği de, ne pişireceğiz, tasasına düşmeden yeriz. Yeterince olgunlaştığını düşündüğümüz sebzeleri geceden toplar, sabah erkenden kasabaya, pazara götürürüz. Hepsini satıncaya kadar bekler, satamadığımızı da yok pahasına elden çıkarır, kazandığımız üç-beş kuruşla evin ihtiyaçlarını alır, eşeklerimizi bağladığımız hanın ahırına yakın kahvede birbirimizi bekleriz. Herkes toplanınca da hep birlikte laflaya laflaya köyümüze döneriz.”

(SÜRECEK)