Atatürk, yalnızca bir ülkenin değil, insanlığın ortak vicdanıdır.

*

İnsanlık tarihi uzun bir yürüyüştür; bazen karanlığa, bazen de ışığa doğru... Bu yürüyüşte bazı anlar vardır ki, bir insanın adı yalnızca bir ulusa değil, bir çağın vicdanına kazınır. 10 Kasım 1938, işte öyle bir andır. O gün, saat dokuzu beş geçe yalnızca bir kalp durmadı; bir ulus, uygarlığın yürüyüşüne devam etme yemini etti.

Tarihin en sert dönemeçlerinden birinde, yüzyıllarca süren çöküşün küllerinden bir ulus doğdu. O bir “asker”di, ama savaşın sonunda “insanlığın öğretmeni” oldu. Kurtuluş Savaşı’nı kazandı, fakat gerçek zaferini cehalete, taassuba ve boyun eğmeye karşı verdi.
Ulusal sınırlarımız çizildikten sonra, zihinsel sınırlarımızı da özgürleştirdi. Bu topraklarda ilk kez, “kul”dan “yurttaş” yarattı.

Avrupa, Reform’un, Rönesans’ın, Sanayi Devrimi’nin ışığında yüzyıllar süren bir dönüşüm yaşadı. Oysa biz, yüzyıllar boyunca karanlığın duvarına çarpıp duruyorduk. Atatürk, o duvarı bir hamlede yıktı. Batı’nın yüzyıllara yaydığı dönüşümü, bir ömrün içine sığdırdı. Ne kilisenin ne sarayın elinde olan bir devrimdi, ne ruhbanın duası, ne kralın fermanıydı. Bir ulusun iradesinden doğan, aklın devrimiydi.

Laiklik yalnızca bir yönetim biçimi değildir; düşüncenin zincirlerinden kurtarılmasıdır. Cumhuriyet, yalnızca bir rejim olmaktan öte insanın yeniden doğuşudur.
Atatürk, tarihin bir istisnasıdır: Batı’nın yaşadığı evrimi, Doğu’nun inancına saygı duyarak ama dogmayı aşarak gerçekleştiren tek liderdir. Bu yüzden onun devrimleri, yalnızca Türk ulusunun değil, tüm insanlığın kazanımıdır.

Bugün saat dokuzu beş geçe yine duracak... Ama o an, zamanın susuşu değil, vicdanın uyanışıdır. Çünkü o, öldüğü gün bile yenilmedi. Savaşta düşmanı, barışta cehaleti yendi. O’nun ardında bıraktığı eser, herhangi bir türbede değil; düşünen her kafada, direnen her yürekte yaşıyor.

Büyük devrimciler zamana yenilmezler; çünkü onlar zamanı aşmış insanlardır.
Atatürk de onlardan biridir. Onu anlamak için, söylevini ezberlemek gerekmez. Aklın, bilimin ve vicdanın yanında durmak yeterlidir. Bugün onu anmak, yalnızca yas tutmak değil; fikrini yeniden üretmektir.

Her 10 Kasım’da sessizleşen bu ülkenin sokaklarında bir başka ses yankılanır:
“Ne mutlu Türküm diyene!” Bu söz bir ırk tanımı değildir; bir kader birliği, bir yurttaşlık onuru, bir özgürlük bilinci çağrısıdır. Etnik kökeni ne olursa olsun, bu topraklarda onurla yaşayan herkes içindir. Birleştirir, dışlamaz. Çünkü Türk olmak, O’nun tarifinde, akla, bilime, insanlığa inanmak demektir.

Evet, dünya değişiyor. Teknoloji ilerliyor, sınırlar silikleşiyor; ama hâlâ aynı tehlike var: Karanlık daima fırsat kollar. Bugün televizyonlarda, kürsülerde, okullarda O’nun aydınlığını gölgelemek isteyenler varsa, bunu Atatürk’ün ne kadar yaşayan bir fikir olduğunu anlayamadıkları için yapıyorlar.

Tarih, kimi insanları kaydeder, kimilerini yazmaz. Ama bazıları, tarihin kendisidir.
Atatürk, işte o nadir varlıklardandır: Ölümünden sonra bile yaşatan, sustuğunda bile düşündüren, kaybolduğunda bile yol gösteren bir isim.
Saat yine dokuzu beş geçe…Fakat bilin ki o an, zamanın durduğu değil, tarihin yeniden başladığı andır.