Dünkü yazımın sonunu “Ama son günlerde hiç beklenmeyen ve siyasetin bir bölümünü şaşkına çeviren gelişmeler, toplumsal barış için yeni bir sürecin ayak sesleri gibi görünür oldu” diye bağlamıştım.
Çünkü 3 Ocak 2025 günlü “Yeni Yıl 2025” başlıklı yazımda:
“MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024 günü TBMM'nin açılışında, DEM Parti sıralarıyla tokalaşması…Ardından PKK liderinin tecridinin kaldırılmasını istemesi ve akabinde TBMM'de DEM Parti grup toplantısında konuşma yapsın demesi… Ve de verilen izinle DEM Parti vekilleri Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder'den oluşan iki kişilik heyetin, 28 Aralık Cumartesi günü İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşmesi… Yani bu olgularla yeni bir açılım sinyalinin verilmesi, Türkiye için 2025 yılının en önemli konusu olacak gibidir” diyerek bir giriş yapmıştım.
Nitekim DEM Parti yetkililerinin, 2 Ocak Perşembe günü Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ve Bahçeli ile görüşmesi, diğer partilerle de görüşmek istemesi ve de görüşmesi, bu önemli konuyu daha da geliştirir olacaktır.
***
Geriye doğru baktığımızda:
2009 yılında yoğun bir şekilde “açılım” konuşulmuştu. Önce adına “Kürt Açılımı” denilmişti. Sonra “Demokratik Açılım”, daha sonra da “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi” denilmişti.
Aslında açılım, 2009'un başlarında “TRT 6”nın açılmasıyla kısmen başlatılmıştı.
Ve de ezberlerin bozulduğu, iktidar ve muhalefetin ortak bir dil ve bir programla konuya eğileceği ve akan kanın sona erdirileceği sanılmıştı, ama olmadı.
Yani ortak bir çizgide buluşulamadı. Ortak bir akıl oluşturulamadı.
2013-2015 yıllarındaki açılım süreci ise yürümedi.
Ve sonuçta toplum etnik bir kavganın refleksleriyle dolduruldu. Ve de aynı şeylere sevinmeyen, aynı şeylere üzülmeyen, zihinlerde derin bir ayrışma ve kutuplaşma yaratıldı.
Ve bunun acı sonucu olarak da aidiyet duygusu giderek yok olur, birlikte yaşama koşulları giderek zayıflar oldu.
Daha da ötesi, ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getiren bir süreç oluştu.
***
Aslında bu konuda, 1989’da Deniz Baykal'ın başkanlığında hazırlanan SHP raporu ile CHP’nin 1999 ve 2001’de hazırladığı raporlar çok önemli idi.
Özellikle Baykal’ın rapora yazdığı sunuş yazısında çok önemli vurgular yapılmıştı.
“Türkiye'nin demokratikleşme sürecinin başarıya ulaşması için, tabu sayılan konuların bir bir ele alınıp açıklığa kavuşturulması gerekir. Resmi politikaların yok saydığı bu konu önyargısız bir anlayışla, korkusuzca tartışılmadığı sürece, toplumsal barışı sağlayacak siyasi programların ortaya çıkarılması olanaklı değildir. Asimilasyonla, var olan bir etnik yapıyı inkâra dönük yaklaşımlarla bu sorunun çözülemeyeceği artık anlaşılmalıdır” denilmişti.
Ne yazık ki, konu iç siyasete alet edildiği için arkasında durulmadı, durulamadı.
Yine bu konuda, bölgede görev yapan komutanlarla ve zamanın Genel Kurmay Başkanlarıyla Fikret Bila'nın yaptığı söyleşilerde askeri önlemlerin, sorunun çözümünde yeterliği olmadığı ifade edilmişti.
Özellikle Jandarma Genel Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapmış olan Emekli Org. Aytaç Yalman'ın tespitleri çok çarpıcı idi.
Org. Aytaç Yalman, özellikle sorununun sosyal boyutunu şöyle açıklamıştı: “Anadilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek istiyor. Kültürünü yaşamak istiyor. Oysa biz, o dönemde Kürt yoktur diye eğitildik. O dönemde ‘sosyal istekleri’ bile ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında gördük” demişti. Ve devamında, “Bu olayın sosyal yönünü görmemişiz ve bir asimilasyon da olamamış” demişti.
Ama ne yazık ki gelen iktidarlar ve muhalefetler, konuyu Org. Aytaç Yalman gibi görememişlerdir. Ya da sorunun adını koyamamışlardır.
***
Günümüzde ise uzun bir süre iktidar ve muhalefet konuyu, iç siyasete malzeme yapmıştır. Ortak bir strateji oluşturamamıştır.
Umarım şimdi yapılan görüşmeler yararlı olur. Ve de bir milli konsensüs oluşur.
Çünkü bölgenin özelliği nedeniyle, bu sorunu kendimiz çözemez isek emperyal güçler sürekli kaşıyacaktır, amaçlarına göre de kullanacaktır.
Çünkü bugün gelinen noktada, geri dönüşü olmayan etnik bir kimlik uyandırılmıştır.
Yani konu, ne sadece iktidar partisinin üzerine yıkılacak kadar basit, ne de ordunun üzerine yıkılacak kadar önemsizdir. İşte bu nedenlerle:
Eğer, birlikte yaşama koşullarının daha da zayıflamasını, ayrılıkçı duyguların daha da yükselmesini istemiyor isek…
Eğer, emperyal güçlerin farklılıkları kaşıyarak Türkiye’yi zayıf düşürmesini istemiyor isek…
Ve de babamızdan bize miras bırakılan bu sorunu, biz de çocuklarımıza miras bırakmak istemiyor isek…
Ezberlerimizi bozup ortak bir akıl, ortak bir dil ve ortak bir proje üretmeliyiz.
Ve de 1 Ekim 2024 günü Meclis’in açılışında uzatılan eli fırsat olarak görmeliyiz.
Özellikle de Ortadoğu’da sınırların yeniden çizildiği ve de sınırımıza dayandığı böyle bir dönemde…