Sabahın daha gün doğmadan önceki alacakaranlığı…
Bu erken uyanma alışkanlığım sürüyor…
Geç yattığım halde erken uyanmak, uykumu alamamış olmanın mahmurluğu üstümde.
Banyoya koşup elimi yüzümü yıkayayım, biraz açılırım…
Banyonun ışığını yaktım, elime sabunu aldım, iki elim arasında ileri geri sürterek başladım sabunu köpürtmeye.
Yeterince köpürdüğüne kanaat getirince, iki elimi de yüzüme götürüp yüzümü sabunlamaya başladım, tabii gözlerim kapalı.
Orhan Veli gibi İstanbul’u dinleyecek zaman da değil.
Yeterince yüzümü ovup, kulak arkasını da sabunladıktan sonra musluğu açtım.
Sabun köpükleri gidinceye dek yüzüme ve kulak arkasına su serpip suyla ovuşturduktan sonra başımı kaldırıp aynaya bakmamla birlikte çarpılmışa döndüm.
Bir de ne göreyim!
Yüzüm simsiyah olmuş.
Ya ulu Tengri bu ne iş?
Gözlerimi açıp kapattım, yeniden aynaya baktım.
Bir değişiklik yok, hatta daha da kararmış! O an bir çığlık koparmışım.
Bir hastalık mı geçiriyorum, bilmediğim bir mikroorganizma mı sardı bedenimi derken, eşim uyandı.
“Ne çığlık atıyorsun sabah sabah?” diye çıkışıyor.
"Bana çatmayı bırak da yüzüme bak.” der demez “Sana ne oldu böyle, kapkara kesilmişsin?”
“Valla anlamadım ne olduğunu, tir tir titriyorum, kendime gelmezsem bir uluma tutturacağım ki, Torosların bütün kurtları bizim eve dolacak, tez elden beni doktora götür.”
“Dur hele canım, sıkıca inceleyelim yüzünü. Yanma var mı, kaşıntı var mı?”
“Bunların hiç biri yok, yok olmasına da bu yüzümün hali ne böyle, insan bir gecede böyle Afrika feneri gibi kararır mı?”
“Bir kahve iç de doktor kuzenimi arayayım.”
“Yok, kahve-mahve istemem, ya daha da kararırsa, nasıl ağartacağım?”
“Telaşlanma canım, hemen hastane yollarına düşmeyelim. Önce kuzenimle konuşayım.
“Bu saatte aranır mı, henüz kalkmamıştır.”
Böyle dememe kalmadı eski telefonunun tuşlarına basmaya başladı.
Telefonun karşıdan gelen biplemeleri kısaca öttükten sonra kuzen açtı.
“Hayrola Ayfer abla, bu erken saatte bir şey mi oldu.
Eşim kısaca anlattı durumu, yüzümün kapkara kesildiğini.
Kuzen soruyor:
“Enfeksiyon alacak bir yere mi uğradınız? Dışarda yemek mi yediniz? Bozuk bir yemek yemiş olmayasınız?” ve daha neler neler.
“Bunların hiç birini yapmadık, dün gece evde yedik.”
“Haaa, o zaman merak etmeyin. Geçici bir durum… Abim “Ev Zencisi” olmuş, çabuk geçer.
“Geçmezse?”
“Geçer, geçer. Takmayın kafanıza. Sakin olun.”
Konuşmayı ben de duyuyorum, bir gevşeme geldi üzerime, ya ölünceye kadar “Ev Zencisi” kalsaydım. Bereket geçici bir durummuş.
“Hanım işte şimdi yap kahvemi, rahatladım.”
Yaaa dostlarım gece beyaz yatıp sabaha “Ev Zencisi” olarak kalkmak da varmış 70’inden sonra.
8 Ağustos 2024
(*) Terim bana ait değil, özellikle Kuzey Amerika’da Irkçılık yıllarından kalan ve halen kullanıldığını bildiğim, esmer yurttaşları ve insanları aşağılamak amacıyla söylenen böyle bir terim kullanmaktan sakınırım. Bu söylemi geliştirenler kendilerinin kafasının içindekileri bir kez daha tartsınlar.
(Bak şu bebelerin güzelliğine/kaş destan, göz destan/ -Hasan Hüseyin Korkmazgil)