“Bir ma’cir üç ay hingal yemezse ma’cirlikten çıkar; altı ay yemezse Allah korusun imanından olur” der, gülerdi. Yine:
“Bir ma’cir ölmüş. Neden öldüğünü anlamak için karnını yarmışlar; karnından bir kazan dolusu hingal çıkmış” diye espri yapardı. Yine:
“Bir ma’cirin evinde bir telaş varsa, mutlaka hingal hazırlanıyordur. Çünkü, kimi hingal büküyordur. Kimi koskocaman kazanla su kaynatıyordur. Kimi de ağaçtan çatal yapıyordur. (O yıllar muhacirlerin evinde ve pek çok evde madeni çatal yoktu) çocuklar hingal kazanının yanından hiç ayrılmıyordur. Hatta hingal suyunu kaynatan ateşin dumanı bile bacadan bir başka tüter” diye gülerek hep espri konuşurdu.
Uzun Bekir Usta bulunduğu ortaam neşe katan, hareketlilik kazandıran bir kişiliğe sahipti.
Muhacirlerv e hingal hakkında çok espri yapardı ama, kendisi de has muhacir olduğundan hingal yemeden duramazdı. Bilseydi ki hingalin coşkulu söylenen, özellikle de muhacir şivesiyle söylenen türkünün varlığından habersizdi.
Kendisine Allah’tan rahmet dileyerek Hingal Türküsünü de aşağıya ben yazayım. İnanıyorum ki şu anda kendisi de yanımızdadır ve bu türküyü duyuyordur...
AHISKA HİNGAL TÜRKÜSÜ
Kurban olem et hingalin adına
Doymaz olmaz lezzetine tadına
Bir kez olup ataş vurun oduna
Çok çetündür beklemesi hingalin
Hingal adı çok meşhurdur ellere
Kurben olem hingal yapan ellere
Tez getür dök dönüp bakar yollara
Çok çetündür beklemesi hingalin
Hingali de cürbe cürbe yaparlar
Bazan da içine kepek atarlar
Sabırsızlar çaynemezden yutarlar
Çok çetündür beklemesi hingalin
Bekir Usta kendisinin Uzun Bekir Ustalığını şöyle anlatır:
“Gencim, bir keser bir testere dülgerlik yapıyorum. Dülgerlik dediysem, ustaların yanında ağaç iskele kurup mık çakıyoruz. O yıllar iş de pek yok. Güya mık çakmayı öğrendim ya, Ankara’ya gidip, çalışıp, güya para kazanacağım. Çorum’da da işler kesat. Büyük şehirlere çalışmak için gideler gibi ben de torbaya bir keser, bir testere, bir de mık önlüğü koyup Ankara’yı boyladım. Kırmalı tahta metre pantolonun arka cebinde yassı kalın dülger kalemi kulağımın yanından şapkaya sokulu duruyor ki herkes görüp dülger olduğumu bilsin. Güya ustayız ya, bu da ustalığın fiyakası.
Her usta ve işçi gibi Hacıbayram’a yakın sokakta iş bekliyoruz. Öğleye kadar yandaki işçi kahvesinde zaman geçirip sonra dağılıyoruz. Öğleye kadar iş buldun, buldun; daha sonra iş bulamazsın.
Yine bir gün, öğleye doğru kılığı kıyafeti düzgün birisi girdi kahveye. Bizleri gözleriyle kolaçan etti ve “içinizde dülger var mı?” diye sordu. Üç beş kişi hemen kalktık ayağa. Adam bizlere baktı baktı, bana “Sen gel” dedi. Hemen malzeme torbasını aldım, adamın arkasına düştüm. Sonra ne iş yaptıracağı aklıma geldi.
“Patron ne iş yapacağız?” diye sordum.
“Tavan çakılacak” dedi.
Bir kaç defa tavan çakan ustalara yardım ettim ama tek başıma hiç tavan çakmadım. Bir an kendime güvensizlik doğdu. Korkuyorum da ‘acaba yapabilir miyim’ diye. İçimden açıkça söylemek geldi.
“Patron ben acemiyim. İstersen usta birisini götür işine” diye açıktan söyledim. Hiç yüzüme bile bakmadan:
“Yaparsın, yaparsın. Ben sana yardım ederim” diye hiç durmadı bile...
Bunun üzerine bir şey diyemedim. Ve eve vardık.
Malzeme hazırlanmış. Küçük tek odanın tavanı çakılacak. “Akşama kadar bitiririm” diyorum içimden.
(SÜRECEK)