Bugün pazarda limon satan, marketlerde çalışan öğretmenler gibi, ben de ‘sanatsal’ bir ek iş yapıyordum çok yıllar önce.
O gün okula üç beş dakika geç kalmış olmalıyım ki, nöbetci öğretmen ‘hababam sınıfına’ dönmüş sınıfıma girekek:
“Çocuklar çok gürültü yapıyorsunuz. Öğretmeniniz kaza yapıp öldü. Öğretmeninizi seviyorsanız sessiz durun. Açın kitaplarınızı sessizce okyun” diye sınıfın gürültüsünü kesmek için bir şaka yapmış.
Bu şakayı ciddiye alan sınıfta çıt yok.
Sınıfa girdiğimde, herkesin önünde ilk dersin kitabı defteri önlerinde açılmış, sınıf başkanını öğretmen masasında oturur buldum. O günün ödülü olarak, bütün sınıf benden kocaman bir ‘aferin’ aldı.
Hazır olan sınıfta derse başladığımda, iki öğrencimin sınıfta yokluğunu hemen farkettim. Kendimdeki geç kalma suçluluk duygusuyla içimden ‘onlar da ben gibi geç kalmış olmalılar’ diye geçirdim.
Sınıfımda çok neşeli, sevimli, yerinde duramaz, Aziz adında bir öğrencim vardı. Aziz, yanına bir arkadaş alıp, nöbetçi öğretmenin “öğretmeniniz kaza yapıp öldü” sözünü duyunca, koşarak bizim eve gitmiş.
Çılgınlar, sanki müjde verecekler!
Ders saati biterken ikisi de pür telaş, şaşkın bakışlarla sınıfa girdiler. Bizim eve gittiklerinden sınıftaki arkadaşlarının da haberi yok.
Bizim evin ortasına bir ‘kor’ düşmüş ki, o biçim. Ve Aziz ‘azizliğini’ fazlasıyla yapmış.
Evde çocuklarım yok, okuldalar. Çocuklar yok ama eşim ağlayarak komşulara haber vermiş. Komşular dediğim, hepsi de eşimin akrabaları... evdeki ‘kor’ etrafa da sıçramış.
Tesadüf bu ya, aynı gün, aynı saatlerde benim iş yerimin yakınlarında bir araba kazası olur, kaza yapan adam ölür, hastanenin morgundadır.
Eşim ve akrabaları, çocukların haberi üzerine hastaneye koşarlar. Görevliye morgu açtırırlar, morgdaki adama bakarlar. Ben değilim. Aynı hızlılıkla okula gelirler.
İkinci ders miydi, üçüncü ders miydi hatırlamıyorum; üç beş kişinin pür telaş aniden sınıfa girişi beni şaşırttı. Sanki sınıfa bir baskın vardı. Daha ne olduğunu anlamadan, gelenlerin en önündeki eşim, beni sağ bulmanın sevinic ile ve de yöreye özgü bir beddua ile “Bu sözü kim çıkarttı, ocağı sönesice” deyip koridora yığılıp kaldı. Koridorda bir bağırıp çağırmadır başladı.
Sınıfı aynı koridord aolan öğretmen arkadaşlar ‘Ne oluyor?’ dercesine dışarı çıktılar.
Gelenleri sakinleştirip okuldan dışarı çıkardım. Ve kendi ilentileri ile geri gönderdim.
Yanımdaki arkadaşlarla birbirimize bakıştık. Hiç kimsenin ne olduğundan haberi olmadığı gibi, ben de ne olduğunu tam anlamı ile anlamış değildim.
Birgün sonra o günün nöbetçi öğretmeninin gürültü yapan benim sınıfı susturmak için ‘Nisan Bir Şakası’ yaptığı anlaşıldı. O gün 1 Nisandı çünkü.
*
O günden sonra, birkaç gün, günün ‘Benim ölümüm’ olduğu gibi, yakın çevremde de konu aynı oldu. O günün akşamından itibaren bizim evin her akşam konuğu vardı. Konu yine ‘benim ölümüm’ oluyor, böyle bir şakanın yapılmaması vurgulanıyor, şakayı yapan arkadaşın düşüncesizliği sorgulanıyor, arkadaşa bedduaya varan ilentiler yapılıyordu. Hatta ‘Okula gidip o öğretmeni rezil edeceğiz’ deniyordu. Ancak benden yüz bulamayıp gelemiyorlar, her defasında önlüyordum onları. Aile kızgındı, aile etrafı çok kızgındı.
Şakayı yapan Hatice Hanım öğretmen, öğretmenler odasında, arkadaşların yanında bana “Bugün size gidip eşinizden özür dileyecğim’ dedi. Onun bu alçak gönüllülüğü karşısında ben de ona “Bugün gitme. Şu an size çok kırgın ve kızgınlar. Gidince hoş olmayan bir karşılama ile karşılaşabilirsin. Birkaç gün sonra git” dedim ve bu görüşüm diğer arkadaşlarca da uygun görüldü. Amacım, eşime tembih edip, özür dilemeye gelecek olan bayan arkadaşımıza bir konuk muamelesi yaptırmaktı. Ve ben eve gidince o ortamı yarattım.
Şimdi bizim eve, eşimden özür dilemeye gelen Hatice hanım öğretmeni dinleyelim:
“nereden bilirdim ki, sınıftaki yaramazın koşarak size gideceğini. Şakanın bu boyuta varacağını bilsem yapar mıydım hiç. Ama ne pahasına olursa olsun özür dileyecektim eşinizden. Siz ne kadar eşinize tembih etseniz de, çok mahcup ve çok çekinerek gidiyorum evinize. Keşke sizinle birlikte gitseydim. Eşiniz beni önce suskun karşıladı, ama sonradan sofra serip çay bile ikram etti.”
“Ee” dedim, “keke sizinle birlikte gitseydim de ne?”
“Sokağın köşesini dönerken kulaklarım neler duydu neler. Ne terbiyesizliğim kaldı, ne o....puluğum.”
Eşimin dayısının karısı bir Şahan Ablamız vardı. Beni çok severdi. Hastaydı kendisi. Evi de sokağın köşesindeki evdi. Altına minder alır, havanın güneşli ve iyi günlerinde hep kapısının önünde otururdu. Gelene gidene takılır, sözü de kimseye batmazdı. Bana da hep “enişte” derdi. Hatice Hanımın tarifine göre, ona rastlamıştı Hatice Hanım.
“Sokağın ökşesindeki evin kapısının önünde birkaç bayan oturuyordu. Zayıf, kara kuru olanı beni öğrenmiş olmalı ki, ben yanlarından geçerken benim duyacağım şekilde, güya diğer kadınlara konuşuyormuş gibi “Gız”, bu o...puymuş enişteyi öldüren. Vay k..pe vay. Ataş başı’an, toprak karnı’an..” diye kulaklarım neler duymadı ki. Hepsini sineye çektim. Çünkü ben suçluydum. Ne derlerse haklılardı. O korku ile size girdim.
Dediğim gibi eşiniz önceleri durgun ve suskun karşıladı beni. Ama sonraları beni özel bir konuk gibi ağırladı. Çay ile birlikte sofra serip birçok yiyecek de ikram etti. Dönüşümde de beni sokağın köşesine kadar da uğurladı.
Bundan sonra hiçbir kimseye bu denli şaka yapmayacağım. Bu bana bir ders oldu. Hepinizin huzurunda söz veriyorum.”
Hatice Hanım Öğretmen arkadaşımız inanıyorum ki, mutlaka sözünde durmuştur. Kendisi bu dünyada yok. Yattığı yer nur, mekanı Cennet olsun...