14 Şubat 1962, Çarşamba.

Sabah erkenden Mehmet Ağabeyimlere veda ederek Yeşildere’den ayrılıyoruz Eşref’le. Hava soğuk. Yollar yer yer kar ve çamur. Oldukça zorlu bir yolculuktan sonra Osmancık-Çorum yoluna iniyoruz. Ama Kırkdilim yönünden bir türlü araba gelmiyor. Bir saate yakın bekliyoruz. Gölün Yazı’nın ayazına benim diyen babayiğit dayanamaz. Paltom olmadığı için ayaz kemiklerime kadar işliyor. Kardeşim Eşref, benim kadar etkilenmiyor. Ne de olsa o askeri öğrenci. Devlet onlara iyi bakıyor. Bırakın sırtında kalın paltosunun olmasını; boynunda atkısından, ellerinde eldivenlerine kadar üzerlerinde her bir şeyleri tamam. Benimse sırtım (askerlik hariç) dört yıl daha palto görmeyecekti. Sonunda gelen bir kömür kamyonun sürücü yanına binerek Çorum’a iniyoruz.

Çorum’da, Cemal amcamın aracılığıyla, 50 lirasını peşin verip kalanını iki taksitte ödemek koşuluyla 145 liraya “Hislon” marka bir kol saati alıyorum. Sonunda öğretmenliğimin dördüncü ayında bir saate kavuşuyorum. (Bu saatimi tam 23 yıl kullanacaktım.) O yıllar birçok şeyin fiyatı alım gücümüzün çok üzerindeydi.

Hatta yanımdaki öğretmen arkadaşım Fikri, transistorlu bir radyoyu 650 liraya alabilmişti. Bu da hemen hemen iki maaş karşılığı para demekti. Bu radyolar o yıllarda yeni çıkmış, pille çalışıyor ve elde taşınabiliyordu. Halk bunlara “çanta radyo” adını vermişti. Bense böyle bir radyoya ancak öğretmenliğimin 10. yılında sahip olabilecektim.

O gün kardeşim Eşref’i Merzifon’a yolcu ettikten sonra, ben de bindiğim bir kamyonun sürücü yanında saat 15.30’da da Sungurlu’ya ulaşıyorum. Okullar, 16 Şubat Cuma günü açılacak. O gece Sungurlu’da kalıyorum.

KÖYE MÜFETTİŞLE DÖNÜYORUM

15 Şubat 1962, Perşembe.

Sabah oldukça kırgın bir bedenle kalkıyorum. Gölün Yazı’nın ayazından şifayı kapmıştım iyice. Perşembe günleri, Sungurlu’nun pazarı… Alembeyli köyünün kamyonu Büyükpolatlı’nın yolcularını da köye uğrayıp Sungurlu’ya getirmiş. Akşam da tekrar köye bırakacakmış. Benim için de bir şanstı bu. Köy yolunu yürümeden Sungurlu’dan bindiğim gibi köye inecektim.

Gün içinde rahatsızlığım oldukça arttı. Müthiş bir baş ağrısıyla birlikte bir titreme aldı bedenimi. Açıkçası donuyorum. Ekonomik yetersizliğimiz nedeniyle sırtıma bir palto bile alamamıştım. Aldığım 350 lira maaşın 125 ya da 150 lirasını babama iletiyordum.

Bazı gereksinimlerimi alıp, Saat Kulesi’nin önünde bekleyen arabaya bırakarak; belki okulla ilgili evrak olabilir diye, Saat Kulesi’nin karşısındaki İlköğretim Müdürlüğüne uğradım. Müdür beni oldukça hoş karşılayıp, hal hatır sordu. Odada tıknaz yapılı, eli çantalı, orta yaşlı birisi daha vardı. Önemsemez bir tavırla beni izliyordu.

Büyükpolatlı İlkokulunun Müdürü olduğumu öğrenince de, tepeden bakan bir tavırla:

“Ben de sizin köye gideceğim. Köyün taşıtı var mı?” diye sordu. Kendisini tanıtma inceliğini bile göstermemişti ama, ben kim olduğunu tahmin etmiştim elbet.. İlköğretim müdürlüğünde eli çantalı kişi, müfettişten başka kim olabilirdi ki?

İlköğretim müdürü de:

“İlköğretim Müfettişimiz M.T.” dedi. “Sizin bölgenin müfettişi.”

Şu hasta halimle tam da gelecek zamanı buldu, diye içimden ilenmedim de değil. Memnun olmasam da yine de memnuniyetimi belirterek sorusunu yanıtladım.

“Komşu köyün arabası var. Onunla gideceğiz.”

Okula ait evrakı aldıktan sonra, İlköğretim müdürüne iyi günler dileyerek, müfettiş M.T. ile birlikte çıktık daireden.

Araba harekete hazırdı. Sürücü yanını verdiler bize.

Gelen son yolcuyu da alarak hareket ettik. Gülmeyen asık suratıyla “donyağının dolması” denilen bir tip, müfettiş M.T. Sorular ve yanıtlar, “evet” ya da “hayır”la sınırlı. O resmi davranışıyla, aradaki mesafeyi korumaya, müfettişlik havasını sürdürmeye çalışıyor. Benim de rahatsızlığım nedeniyle onunla konuşacak gücüm yok zaten.

Köy, Sungurlu’ya 26 kilometre uzaklıkta. 19 kilometresi Ankara karayolu, kalan 7 kilometresi de köy yolu. Bozuk düzen inişli çıkışlı, dolambaçlı ve çamurlu bu yolda silkelene, sarsıla akşama doğru ulaştık köye. Yine de ayağımızın yerden kesilmesi büyük şanstı bizler için.

Müfettiş M.T.: “Beni Muhtarın odaya götür; orada kalayım da yarın okulda görüşürüz” demiyor; benimle birlikte geliyor. Odam her zamanki gibi, buza kesmiş durumda. İlk iş olarak lambamı yakıyor, sobanın yakınına da sandalyemi koyarak:

“Buyurun, oturun” diyorum. “Sobayı şimdi tutuştururum”

(SÜRECEK)