“Yani” diyorum. “Büyük derslikte 66 mevcutlu birinci, ikinci sınıflar; öbür derslikte de toplam mevcudu sadece 19 kişi olan üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıflar var.”

“Evet, öyle. Başka türlü paylaşım mümkün olmadığından ben de böyle paylaştırdım çocukları sınıflara.”

“Oldukça dengesiz bir paylaşım olmuş.”

“Başka türlüsü de olmuyor. Geçen yıl müfettiş de uygun görmüştü sınıfların bu biçimde paylaşımını.”

Bu paylaşım biçimini içime sinmesem de ben de kabul ediyor, “Peki” diyorum. Ardından:

“Devam durumu nasıl? Kaç devamsız öğrencimiz var?” diye soruyorum.

“20-25 öğrencimiz hala devamsız. Onlar da birinci ve ikinci sınıflarda.”

“Bu çok kötü... Okullar açılalı bir ay olmuş. Bunların devamı sağlanıncaya kadar bir on beş gün daha geçer. Bu arada mevcutlar da bir hayli yol alır. Devamsızların devamını sağlayıp diğerlerine yetiştirmek de bizleri bir hayli yoracağa benzer.”

“Neyse ki el birliğiyle bu konuyu da çözeceğimizi umuyorum.”

“Hem de daha çok gecikmeden, en kısa sürede devamı sağlamalıyız.”

“İsterseniz öncelikle sınıfları paylaşalım.”

“Nasıl isterseniz,” diyorum.

“O zaman hangi sınıfı almak istersin? 66 mevcutlu birinci, ikinci sınıfları mı; yoksa 19 mevcutlu üçüncü, dördüncü, beşinci sınıfları mı?”

“Bilmem,” diyorum.

“Gerçi dördüncü, beşinci sınıflardaki çocukların yarıdan çoğu haylaz ve yaramazdır. Çoğunun yaşları da on beşin üzerinde. Onlarla uğraşmak, onları zaptetmek ve okutmak gerçekten büyük sorun. Sonra bu iş, büyük tecrübe ister elbette.“

“Bu okulda ikinci yılınız olması nedeniyle o tecrübe de sizde var,” diyorum.

Bu söz üzerine bozuluyor Fikri bey.

“Onu demek istemedim.”

Bir yandan bana seçme hakkı tanıyormuş gibi davranırken; öte yandan da mevcudu az, okuma yazma problemi olmayan büyük sınıflardan caydırma gayreti içinde. Haklı olarak kendisini, bu konuda benden daha deneyimli ve yetişkin öğrencilere hükmedecek konumda görüyor. Mevcudu az üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları almak istediği apaçık belli. Yetişkin, 19 öğrenciyle mi uğraşmak daha kolaydır; yoksa okuması yazması olmayan, okula yeni başlamış, ya da başlayacak olan toplam 66 öğrenciyle mi? Ana kucağından kopup, okula yeni başlamış birinci sınıf çocuklarına ilk bilgi ve becerileri kazandırmak; okuma yazma öğretmek hiç de kolay olmasa gerektir. Üstelik çoğunun bir ay gelmemişlikleri var. Belki ikinci sınıfın bile büyük bölümü, okuma yazma bilmiyordur; öğrenmeden sınıf atlatılmıştır. Fikri öğretmen işin kolayı varken, zoruna koşulur mu? O nedenle, sayısı çok da olsa birinci ve ikinci sınıfları ben almalıyım diye düşünüyorum. Bu 66 öğrenciyle uğraşmak beni bir hayli yorup yıpratsa da, onları ben okutmalıyım.

Fikri Beyin gözüne bakıyorum bir süre. Onun tedirginliğini yüzünden okumak mümkün. Ya 19 mevcutlu üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları alıyorum, deyiverirsem. Acaba ne yapar? Bilerek kararsız gibi davranıyorum.

“İsterseniz kura çekelim “ diyorum.

Bu yüzde elli olasılıklı seçenek bile onu umutlandırıyor.

“Sen bilirsin” diyor.

Ardından:

“Yok, yok“ diyorum. “Kuraya gerek yok. Ben seçme hakkını size bırakıyorum.”

Birden rahatlıyor ve derin bir soluk alıyor:

“Mademki seçme hakkını bana bırakıyorsun; o zaman haylazı, yaramazı çok; okutması, uğraşması zor olan üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları alıyorum.” diyor.

“Ben de,” diyorum. “Söz geçirebileceğim, otur deyince oturtabileceğim, kalk deyince kaldırabileceğim birinci ve ikinci sınıflardaki minikleri alıyorum.”                           

Bu sözüm biraz manidar olmuştu.

Çünkü ilk gelişimde, akşam muhtarın odasında üçümüz konuşurken beni gözüne kıstıramamış olan Muhtar Çelebi:

“Pek de tıfılmışsın be Hoca! Çocuklara nasıl söz geçirecek, onları nasıl okutacaksın? Senin kadar yetişkin talebe var okulda,” demişti. Bu alaycı ve aşağılayıcı sözlerine karşılık:

“Ben de söz geçirebileceğim küçükleri okutur, büyükleri Fikri Beye bırakırım,” demiştim. Böylece, o sözümü de yerine getirmiş oluyordum.

Fikri öğretmen o geceyi anımsadığı için açıkçası bozulmuştu ama neşesini de kaybetmemişti. Ne de olsa istediği sınıfları almıştı ya, ötesi hiç önemli değildi.

O zaman mesleğe yeni başlamış acemi bir öğretmen olduğumdan; bu konuda uygulamalı hiçbir deneyimim olmadığından, daha farklı bir seçenek düşünememiştim. Eğitim yükünün sadece yüzde 22’sini Fikri öğretmene bırakırken, yüzde 78’ni kendim yükümlenmiştim. Oysaki zaman içinde deneyimlerim arttıkça, bu konuda farklı seçenekler de düşünebilecektim ama iş işten geçmiş olacaktı.

Artık öğrencilerle tanışabilirdim. Birlikte, birinci, ikinci sınıfların dersliğine giriyoruz. Öğrenciler ayağa kalkıyorlar. Tüm öğrencilerin, bakışları üzerimde… Belli etmesem de heyecandan titriyorum. Fikri öğretmenin “Günaydın çocuklar!” seslenişine öğrencilerin “Sağ ol!” diye karşılık vermelerini anımsıyorum da, ötesini anımsamıyorum. Beni nasıl tanıttı, sınıftan ne zaman çıkıp gitti, bilmiyorum. Bir baktım öğrencilerimle başbaşayım.

(SÜRECEK)