Okşar gibi tatlı esintisiyle güz gelmişti. Güzün gelişi, köylerde meyve sebze hasadı, kışa hazırlık demekti bir bakıma.
O sabah erkenden kalktık. Düğüne, bayrama gidecekleyin sevinçli ve coşkuluyduk. Çünkü o gün ceviz çırpımına gidecektik. Amcamlarla ortak iki ceviz ağacımız vardı. Ceviz ağaçları köyün dışında, Arpalık bahçenin kıyısındaydı. Artık çırpılıp, toplanması zamanı gelmişti.
Güz gelince, top top olan cevizlerin kabukları sararır ve çatlar. İçindeki sert ve beyaz kabukları gülen bir adamın dişleri gibi görünür. Hatta bazıları kabuklarından kurtulur ve düşerler yere. O zaman cevizlerin olgunlaştığını ve toplanması gerektiğini anlarız.
Cevizlere, biz çocuklardan önce sincaplar dadanır. Yedikleri yetmezmiş gibi, bir de götürüp saklarlar toprak altında bir yerlere. Belli ki, onlar da kış hazırlığı yaparlar kendilerince.
Ceviz toplamak, toplarken de arada bir kırıp yemek çok hoş olur doğrusu. Daha şimdiden, cevizden yapılacak kömelerin ve pestillerin düşlerini kuruyorduk. Bunlar uzun kış gecelerinin en nefis, en doyumsuz yemişleriydi. O kış geceleri ki; masalları, öyküleri, bilmeceleri, fıkra ve tekerlemeleriyle biz çocuklar için eşsiz güzellikteki eğlence ve şenlik geceleriydi. O zamanlar, şimdiki gibi elektrik ve televizyon yoktu köylerde. Radyo bile bulunmazdı her evde.
Sabah yemeğinden sonra:
“Hadi biraz ivedi davranın!” demişti babam. “Bugün görülecek çok işimiz var. Geç kalmayalım.”
Annem heybeleri, çuvalları, sele ve sepetleri akşamdan hazırlamıştı zaten. Sabah hazırlanan yiyecekleri de çıkınlarla heybelere yerleştirdik.
Öğretmen ağabeyim eşekleri semerleyip kapının önüne çıkardı. Babam da ceviz sırıklarını indirdi örtmenin altından. Heybeleri, çuvalları da kapı önüne taşıyıp yükledik hayvanlara. Bitişikteki komşularımız da bir yerlere gidiyor olmalıydılar. Onlarda da yoğun bir telaş vardı çünkü.
Sabah serinliğini tatlı bir okşayış gibi duyumsuyorduk yüzümüzde. Ne güzel havası vardı köyümüzün.
Kardeşim Eşref ağabeyime:
“Ağabey beni eşeğe bindirsene,” dedi.
Ağabeyim gülümsedi.
“Gel!” diyerek Eşref’i koltuk altlarından kavradığı gibi, kaldırıp kara eşeğin sırtına bindiriverdi. Ardından da uyardı.
“Sıkı tutun,” dedi. “Sakın düşme ha!”
“Düşmem, “ dedi, Eşref sevinerek.
“Tamam mı?” diye sordu babam. “Almadığımız, unuttuğumuz bir şey kaldı mı?”
“Yok,” dedi annem.” Olsa bile kaç adımlık yer ki arpalık bahçe? Beş dakikada gelir götürürüz.”
“Haydin öyleyse..” dedi babam. “Düşelim yola.”
Annem sokak kapısını örtüp, kilitledi.
Eşref; “deh!” diyerek sürdü hayvanı. Bizler de yola koyulduk peşlerinden.
Amcamların evi yolumuzun üzerindeydi. Caminin yanından geçip, evlerinin önüne vardık. Amcamın oğlu Yaşar, sokak kapılarının önündeymiş. Bizleri görünce sevinçle haykırdı kapıdan içeri.
“Babaaa! Amcamlar geliyorlar!...”
Yaşar Eşref’ten bir yaş küçüktü. Eşref bu yıl ilkokula başlayacaktı. Bense 11 yaşındaydım. Beşinci sınıfta okuyacaktım bu sene.
Amcamlar da hazırmış. Evlerinin önüne varırken, onlar da sokağa çıktılar hayvanlarıyla. Babam amcamı selamlayarak:
“Hazır mısınız Mustafa?” diye sordu.
“Hazırız Arif ağabey. Hem de çekilmiş kılıç gibi!” dedi.
Yaşar’ın tombul yanaklarını hafifçe sıkarak:
“Ne haber, koca erkek?” dedim.
O tüm dişleriyle gülerek:
“Ben de ceviz çırpacağım abi,” dedi.
Eşref:
“Senin sırığa gücün yetmez ki aslanım,” dedi.
Yaşar ciddileşerek:.
“Ben de küçük sırıkla çırparım akıllım !”dedi.
Yengem evlerinin sokak kapılarına asma kilitini takıp, kilitlemişti. Amcam, Yaşar’ı da eşeklerine bindirdikten sonra yeniden yürüdük.
Mahalle çeşmesinde kadınlar, kızlar vardı. Su alıyorlardı. Göğvelilerin, Hacıömerlerin, Mısırlıların kapılarının önünden geçtik. Yolun iki yanında uzayan evler tek ya da çift katlıydı. Pek azı tuğlalı, çoğu toprak damlıydı.
(SÜRECEK)