Oniki imamın üçüncüsü olan Zeynel Abidin hazretleri de bu hanımdan doğmuştur. Sonra gelen ehlibeyt imamın dedeleri Hz. Hüseyin, ebe, büyükanneleri de Şehrü Banu olmuştur. İran milleti Müslüman olduktan sonra yöneticileri sırf İran’ın fatihi olması Acem saltanatına son verdiği için Hz. Ömer’i gizli ve açık düşman ilan etmişlerdir.

O zamanki İran yöneticileri bugün de aynen devam ettirilen Şehri Banu ve torunlarını öne çıkararak Hz. Hüseyin neslini ehlibeyt ilan etmişler, Hz. Hüseyin ne ise Hz. Hasan da o olduğu halde, Hz. Hasan’ı ehlibeyt olarak ileri çıkarmamışlar, geri planda tutmuşlardır. Sebebi, Şehri Banu’nun İran asıllı olması, Hz. Hüseyin’in hanım ve torunlarının onun neslinden gelmesidir. Böylece İran’ın dini İslam, mezhebi Şia olarak ehlibeytin üzerine kurulu bir yönetim ve dini anlayış kurmuşlardır. Burada ilginç olan; İslam’ın özünde olmayan peygamber hariç hiç kimse masum, günah işlemez değildir kuralını ve bunun üstüne bina edilen bir masumiyet kuralını İslam’a sokmuşlardır. (Yani Şia mezhebine) Yani İran’ın resmi mezhebi olan Şia mezhebi doğmuş, bunun dışındaki İslami düşüncelerle mücadele esas alınmıştır. Bu ise İslam’ın evrenselliği önünde en büyük engel olmuştur.

(Ömer Tuğrul İnançer’in, ‘Hz. Muhammed SAV’ adlı eserinden alınmıştır, yorumlanmıştır.)

*

Görüldüğü üzere, Anadolu Alevileri ile İran Şia Alevileri arasında ehlibeyt sevgisi ve övgüsü dışında gerek öğreti, kültür ve gerekse yaşantı olarak fazla bir benzerlik yoktur. Hatta bir çok zıtlıklar vardır.

İran Şia mezhebi fıkıh-İslam hukuku bakımından da İmam-ı Azam’ın üvey babası ve ilim ve irfan hocası olan ehlibeytin ulularından olan Caferi Sadık hazretlerinin ve 12 imamın yücelerinden olması sebebiyle İmam-ı Azam’ın Hanefi mezhebine en yakın bir hukuk yoludur. Şimdi kısa ve öz olarak özetlenen öncesi ve sonrası ile Kerbela olayı detaysız olarak budur.

Peki, bu kısa açıklama ile aydınlanma sonucu Alevisi-Sünnesi-Şiası, şucu veya bucusu kim olursa olsun üzerimize düşen nedir, ne yapmalıyız? Önemli olan budur. Bu olayı bir ayrılık gayrılık nedeni olarak kabul edip müslümanları kutuplaştırmak son derece yanlış ve tehlikelidir. Çünkü her zaman toplumun hatta toplumların huzuru birlik, beraberlik ve kardeşliktir. Ayrılık-gayrılık, öteleme ve iteleme ise tevhidin –birliğin- en acımasız düşmanıdır. Hele hele sosyal ve coğrafi yapısı ile Türkiye devleti ve milleti buna herkesten çok önem vermelidir. Hele hele Çorum bunun acısını yaşamış bir ilimizdir. Barışı gözümüz gibi korumalıyız. Fitne anlamına gelebilecek hiçbir söylem ve eyleme bulaşmamamız zorunludur. Elbirliği ile bu hususta gayret göstermeliyiz.     

Bu konuyu en doğru yol, en saygın görüş ve hareket tarzı olan Kerbela, Şia, Alevi, Sünni vs gibi olaylarla ilgili gelmiş geçmiş dünyanın en büyük alimi olan İmam-ı Azam hazretlerinin görüşü, fetvası ile bağlamak istiyorum.

Şöyle ki;

İmam-ı Azam Hanefi mezhebinin imamıdır. Hicri 80 – Miladi 702 yılında Küfe’de doğuyor. H.150 M.772 yılında Bağdat’ta 70 yaşında vefat ediyor. Kerbela olayı, H.61. yılda oluyor. O zaman İmam-ı Azam doğmamış oluyor. Ama yüksek ilmi ve feraseti ile konu hakkında bilgisi olduğu bilinmektedir.

Bağdat’ta İmam-ı Azam zamanında şöyle bir olay oluyor. Tabi ki bunlar rivayettir. Ama muhtaç olduğumuz kardeşliğin tesisinde amaç bilgidir. Tek yoldur. Daha önceden ifade edildiği gibi, Sıffın savaşında Hz. Ali’nin askerleri ikiye bölünmüştü. Bir kısmı Hz. Ali’nin yanında kalırken, Hz. Ali Medine’de halifedir. Bir kısmı hakem olayına itiraz ederek Muaviye’nin de Hz. Ali’nin de karşısında yer almış, bunların ve taraftarlarının malı canı haşa ırzı helaldir gibi sapık bir düşünce ile dağa çıkmışlar ve Hariciler adını almışlardı. İşte bunların uzantısı olan bir grup (Bunlar bugün DEAŞ’ın da anası sayılıyor) İmam-ı Azam’a geliyorlar. Atının üzengisinden tutuyorlar, “ey İmam, sen İslam aleminin en yüksek alimi ve imamısın. Sana bir soru soracağız. Cevap vereceksin ve canını bizden kurtarman vereceğin cevaba bağlıdır” diyorlar.

–Söyle bakalım. “Hilafet meselesinde, Sıffin harbinde Ali mi haklı, Muviye mi haklı, yoksa ikisi de mi haksız, cevap ver” diyorlar. (Aslında bu Haricilerin herkese sordukları ve istedikleri cevabı alamazlarsa insanları katlettikleri bir genel sorudur.)

İmam-ı Azam atın üzerinde onlara diyor ki, ben de size bir soru soracağım, siz de benim soruma cevap verin, ben de sizin bu sorunuza cevap vereyim.”

Harici grubun kılıçları havada “sor” diyorlar.

İmam-ı Azam hazretleri soruyor: “Benim atımın ayakları kaçtır?” diyor.

Hariciler, “bizimle eğleniyor musun sen” diyorlar. O da, “hayır, atımdan iniyim de ben sayayım” diyor.

Attan iniyor, sağdan sayıyor, sağ ön ayak 1, sağ arka ayak iki, son ön ayak üç, sol arka ayak dört diyor.

Hariciler bununla neyi anlatmak istiyorsun, diyorlar. İmam-ı Azam cevap veriyor:

Ben Hicri 80 yılında doğmuşum. Bu olay ben doğmadan olmuş, ben bu olayı görmedim, sizin gibi babadan dededen dinledim, gerçeğini bilmediğim görmediğim bir olayla ilgili ne söyleyebilirim?

İki: Dinimizde; ne kabirde ve ne de mahşerde ulu Allah’ın dinine ait böyle bir sual yok. Allah bana Ali mi yoksa Muviye mi haklı diye bir sorusu yoktur. Ancak ehlibeyttir, severiz. Eğer Hz. Ali haklı ise mükafatını, Muaviye haksız ise cezasını çekecektir, diyor.

Ve şu ölmez sözünü sarfediyor:

“Onlar ellerini müslüman kardeşlerinin kanlarına bulaştırdılar. Bizler dillerimizi onların kanlarına bulaştırmayalım.”

*

Aslında İmam-ı Azam, Hz. Ali’nin haklı olduğunu çok iyi biliyordu. Ancak gerçeğin bilinmesi bakımından başka doğruyu söylemenin bir faydası olmadığını, yeni bir fitnenin fitilini ateşleyeceğini biliyordu ve haricileri susturmuştur. Asrımızın alimleri İmam-ı Azam’ın bu güzel görüşüne şunu da ekliyorlar. 1336 sene evvel olmuş bir olaydan bugünün insanı nasıl sorumlu tutulabilir ki, o zaman Türk milleti müslüman bile değildi. Abbasiler devrinde Miladi 700-750 yıllarında Kerbela olayından 70-80 sene belki daha sonra müslüman olmuşlardır. Ne dini ve ne de akıl ve mantık açısından düşündüğümüzde bugünün insanının bu konuda bir sorumluluğu olabilir mi? Bu şuna benziyor; sen niye Almansın, ben niye Türküm? Sen niye Anadolu’da doğdun, ben niye Rusya’da doğdum? Sen niye Şiasın, ben niye Sünniyim gibi gayet mantıksız bir durum ortaya çıkıyor. Ancak bu ve benzeri farklılıklarımızı din-dil-ırk-mezhep-meşrep-tarikat-siyasi görüş vb gibi hususları bir halının desenlerine benzer. O desenlerin renklerinin o halıya güzellik verdiğini düşünüp bizim farklılıklarımızı da bir insan olarak insana saygı olarak algılayıp birliğimizi kuvvetlendiren bir güç olarak görmeliyiz. Aksi halde densizlikler, zıt davranışlar zulüm getirir ve bu zulüm ormana sarmış bir yangına benzer ki suçluyu da, suçsuzu da, kuşu da, kurdu da, yaşı da, kuruyu da, seni de, beni de, bizleri de, sizleri de, onları da ayırmadan yakar. Tarih bunun örnekleri ile doludur.

Kutsal Muharrem ayı ve acı Kerbela olayının yıldönümü nedeni ile birlik ve beraberliğimizi güçlendirmek, ibret almak, kültür olarak geleneklerimizi yaşatmak, herkesi hoş görmek amacı ile bu yazı kaleme alınmıştır. Ne mutlu okuyana, anlayana, anlatana, ibret alana. Müjdeler olsun güzelliklere sahip olanlara diyorum. Hoşça kalın, birlikte olun, huzur bulunuz.