Dile kolay, üççeyrek asır görüp, yaşadı bu can…

İyi günler kadar, kötü günler de gördü; mutlu olduğu kadar mutsuz da oldu.

Ama bu can, hiçbir dönemde, bu son yıllarda gerildiği kadar hiç gerilmedi…

Ülkem insanlarının, kendilerine ve çevresindeki insanlara yapılan haksızlıkları görmezden ve duymazdan gelmeleri; bu canı, giderek çileden çıkartır oldu.

“Ne oldu bize, ne yapıldı da bu denli mankurtlaştı bu insanlar?” diyordum ki; Mine Kırıkkanat’ın aşağıdaki yazısını okudum.

Bir umut ışığı yandı içimde.

“Demek ki, dayanışma ruhu ölmemiş benim insanımın” dedim; mutlu oldum.

İşte o yazı…

Geçtiğimiz çarşamba günü Kadıköy-Beşiktaş seferini yapan 15.15 vapuruna bindim.

Alt arka salon yolcuları arasındaydım.

Vapur kalktıktan kısa bir süre sonra, üç gencin oturduğu köşeden caz notaları yükseldi.

Delikanlılardan biri gitar, öteki saksafon, genç kız da mızıka çalıyordu.

Ankara’nın Bağları türküsünü, başarılı bir caz yorumuyla çalıp söylemeye başladılar.

Keyifle dinliyorduk.
Ansızın ızbandut gibi bir çımacı girdi içeri. Hiddetli adımlarla gençlerin yanına gidip, bir şeyler söyledi.

Gençler müziği kesti, ama kütük yasakçılara da şerbetli görünüyorlardı.

Gitar çalanın, ‘Para toplamıyoruz ki, müzik ve şarkı da mı yasak?’ diye sorduğunu duydum.

Ansızın bir erkek yolcu fırladı kalktı yerinden; ‘Bu da mı yasak?’ diye sordu, çam yarması vapur görevlisine.

Bir başka yolcu, oturduğu yerden, ‘Biz şikâyetçi değiliz, canımız isterse para da veririz, sana ne?’ diye bağırdı, kendisinden iki kat iri çımacıya.

 

*    *   

Derken, inanılmaz bir şey oldu, itiraz eden ilk yolcu, türküyü kaldığı yerden alıp, avazı çıktığı kadar bağıra bağıra söylemeye başladı:

Ankara’nın bağları da
Büklüm büklüm yolları
Ne zaman sarhoş oldun da
Kaldıramıyon kolları...

 

O ana kadar sessiz kalan kadınlar, erkekler, türküyü alkışlar eşliğinde, hep bir ağızdan söylemeye başlamasın mı?

Yer yerinden oynuyordu.

İçeri girerken afrından tafrından geçilmeyen çımacı, epeyce şaşkın ve ürkmüş, çıkıp gitti.

Yolcuların, ‘Çalın çocuklar, çalın!’ diye teşvik ettikleri genç müzisyenler, Ankara’nın Bağları’nı bitirip, Commandante Che Guevara ağıtına geçtiler.

Salona, dokunanı çarpacak bir öfke egemendi.

Kimi sözlerini bilmediği şarkıya ‘nını, nını’ diye eşlik edip el çırparken, kimileri de yüksek sesle verip veriştiriyordu:

‘Mevlüt okusalar yasak değil tabii!’,

‘Suriyeli dilencilerin para toplamasına ses çıkarmazlar ama!..’ nidalarıyla.

 

*    *   

Bazıları gençlerin yanına gidip, ‘Siz istemiyorsunuz, ben veriyorum!’ diye ceplerine para tıkıştırdı.

Beşiktaş’a yaklaşmıştık.

Enstrümanlar kılıflandı.

Müzisyenlerden gitarist olanı, ‘Desteğinize teşekkür ederiz’ dedi. ‘Ama şimdi zabıtayı çağırmıştır bunlar, bizi iskeleden alacaklar. Birlikte çıkalım, belki bir şansımız olur...’

Vapur iskeleye yanaşıyordu. Gerçekten de dört zabıta bekliyordu çıkışta, lombozlardan görüyorduk.

Yolcular ayağa kalkıp gençleri ortalarına alarak çıkışa doğru yürüdü.

Küçük kızının elini tutan bir baba, müzisyenlere ‘Sizin eli boş çıkmanız daha doğru olur’ dedi. ‘Verin bakayım şu gitarı bana!’
Tüm gerçek cesurlar gibi, ufak tefek, kendi halinde bir adamdı.

Aldı gitarı, bir elinde kızı, bir elinde gitar, ilerledi kapıya.

Bir başka yolcu, saksofonu alıp astı omzuna.

Genç kıza, mızıkayı cebine sokup, önden gitmesi söylendi.

Eh, artık benim de bir şey yapmam gerekiyordu. Müzik üçlüsünün lideri olduğu anlaşılan gitariste yaklaşıp koluna girdim, ‘Sen benim oğlumsun, ben de senin annen, yürüyelim!’ dedim.

 

*    *   

Müzisyenler, yolcuların nasıl gergin ve her birinin yaptığı her hareketin bir karar olduğunun, pek farkında değildi.

Gençliğe özgü aldırmazlıkla durumu çok eğlenceli buluyor, kıkır kıkır gülüyorlardı.

Oysa onlara sahip çıkanlar, kavgayı göze almışlığın sessiz ciddiyeti içindeydiler.

Korumaya aldığımız gençlerin göremediği o vahim kararlılığı, onları bekleyen dört zabıta sezdi.

Donup kaldılar.

Gözlerinin içine baka baka, önlerinden geçip gittik, hep birlikte.

Yola çıktığımızda, müzik aletlerini teslim alan gençler “Sağol abla, sağol abi!” cıvıltıları arasında uzaklaşırken, biz erişkinler aynı gergin sessizlik ve ciddiyet içinde dağıldık.

*    *

Hava kurşun gibi ağır, sevgili okurlarım.

Bu ülkede, azgın bir azınlığın sürekli tekmelediği mutsuz çoğunluğun öfkesi artıyor.

Türkiye fokur fokur kaynayan bir kazan. Kapak henüz atmadı, çünkü itici gücüne henüz ulaşmadı.

Bu çoğunluğa yön vermesi gereken muhalefet partileri ne kaynayan öfkenin farkında ne kendilerinden kesilen umutların...

Sabır tenceresi ne zaman taşar, kapak nerede, nasıl bir gerekçeyle atar bilemem.

Ama ufukta hem iktidarın hem de muhalefet partilerinin boyunu aşacak, atıllaşan siyasal arenayı basacak bir öfke selinin boğuk uğultusu büyüyor.

*    *    *

Mine Gökçe Kırıkkanat, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısında, görüp, yaşadıklarını böyle anlatmış…

Bugün 14 Şubat. Dünya Sevgi Günü.

Okurken hem mutlu oldum hem duygulandım.

“Biz olmak, böyle bir şey işte” dedim.

Ve o an, o gün orada, o vapurda olmayı çok isterdim.

İsterdim çünkü Sayın Kırıkkanat’ın anlattığı densizlere ben de “tepki gösterme görevimi” yerine getirmek isterdim.