Çağımızın en büyük buluşu olan genelağ (internet) ortamı, uçsuz bucaksız bir deniz... Uçsuz bucaksız bir bilgi kaynağı... Eşsiz bir olanak, eşsiz bir eğitim aracı...
Biraz beceri, biraz sabırla, ulaşamayacağınız hiç bir bilgi yok.
Ama hemen itiraf edeyim; ben teknoloji özürlüyüm... Aynı zamanda da beceriksiz ve yeteneksizim. Daha da kötüsü sabırsızım.
O nedenle bilgisayarımı (genelde) daktilo amaçlı kullanıyorum.
Çok nadiren (o da sadece) adıma gelen iletileri okumak için, genelağa giriyorum.
Nadiren diyorum, çünkü bu müthiş olanak, uygarlıktan ve insanlıktan nasibini almamış kişiler tarafından, incir çekirdeğini doldurmayacak boş sözlerle işgal edilip, kirletiliyor. Değil bunları okumaya, görmeye bile dayanamıyorum. Her seferinde, elmek (e.mail) kutumun, abuk sabuk iletilerle işgal edilip, gereksiz ve anlamsız iletilerle doldurulduğunu görünce, sinirleniyorum.
Ama bazen bu iletilerin arasında; (nadiren de olsa) insanın içini ısıtan, insana güç ve moral depolayan; okumaya, bakmaya, hatta sevdiklerle paylaşmaya değer yazılar, resimler, elmekler de oluyor.
Bugün sizlerle, elmek kutuma düşen, “işte sevgi, işte insan, işte vefa” dedirten, Ulu Önder Büyük Atatürk’le ilgili (Sabiha Gökçen Hanımefendinin bir anısını) bir elmeği paylaşacağım.
* * *
“Gazi Çiftliği’nde dolaşıp hava alırken, oldukça yaşlı bir kadına rastladık.
Atatürk atından inerek yaşlı kadına sokuldu; “Merhaba nine...” dedi.
Yaşlı kadın, Ata’nın yüzüne bakarak, belli belirsiz bir sesle; “Merhaba” diye yanıt verdi.
Bu defa da Atatürk; “Nereden gelip, nereye gidiyorsun?” diye sorunca, kadın duraklayıp, dik dik baktı Atatürk’e.
-Neden soruyon ki!?... Buraların sabısı mısın, yosam bekçisi mi?...
Paşa gülümsedi.
-Ne sahibiyim ne de bekçisiyim Nine. Bu topraklar Türk Milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk Milletinin ta kendisidir. Şimdi nereden gelip, nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
-Söylerim tabii... Ben Sincan’ın köylüklerindenim bey. Otun güç bittiği, atın geç yetiştiği kavruk köylüklerin birindenim. Bizim Mıhtar, bana bi bilet aldı, bindirdi terene, galkdım geldim Angara’ya .
-Muhtar niye gönderdi seni Ankara’ya?
-Gazi Paşa’mızı görmem için. Başını pek ağrıttıydım garibin... O da benden gurtulmak içun beni terene gatıp, buraya gönderdi... Benim iki oğlum/iki yiğidim gavur harbinde şehit düştü. Memleketimiz gavurdan gurtuldu ya, feda olsun bebelerim bu torpaklara...
Yaşlı kadın ağlamaya başladı, sonra da ağlamaklı devam etti.
-Memleketi gavurdan gurtaran ulu kişiyi görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim... Rüyalarıma girdi Gazi Paşa... Ben de gün demeyip, gece demeyip, bunları Mıhtara anatınca, o garibim de bana bilet alıp, saldı Angara’ya... Geceleyin geldim idi; yolu izi bilemediğimden ağşamdan beri, kendimi oradan oraya vuruyom bey...
Bunun üzerine Atatürk, “Senin Gazi Paşa’dan bir isteğin mi var Ana?” diye sordu.
Kadının nurani yüzü birden değişti, sertleşti. Belli belirsiz olan kamburu kayboldu, elindeki değneğine dayanarak daha bir dikeldi, ayaklarını yere daha bir sağlam bastı.
“Tövbe de efendi, tövbe de!...” diye bağırdı. Ağlamaklı sesi kaybolmuştu. “Daha ne isteyebilirim ki ondan... O bizim vatanımızı gurtardı.... O bizim canımızı, ırzımızı, namusumuzu gurtardı... Şehitlerimizin mezarlarını çığnatmadı gavura... Onun sayesinde yaşıyoz... Onun sayesinde soluk alıyoz... Şunun bunun iti olmaktan, gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde gurtulmadık mı?... Buralara, bi defa olsun yüzünü görmek, ellerini öpmek, ona “sağol Paşam!...” demek uçun düştüm... Onu görmeden gidersem, gözüm açık gidecek...”
Tekrar ağlamaya başlamıştı yaşlı kadın. Yine ağlak bir ses tonuyla; “Bey oğlum, sen efendi bi adama benziyon, bana bi yardım ediver de, Gazi Paşa’mı bulacağım yeri deyiver” dedi.
Atatürk’ün de gözleri dolmuştu, O da ağlıyordu için için... Bana dönerek; “Görüyor musun Gökçen, işte bizim insanımız... işte bizim kadınımız... Benim köylüm, benim vefalı Türk anam bu...”
Ben de indim attan. Yaşlı kadının elini tutum; “Anacığım” dedim. “Sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni bu yaşta buralara getiren Gazi Paşa, işte karşında...”
Yaşlı kadın, vücuduna elektrik verilmiş gibi sarsıldı. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk’ün ellerine sarıldı. Kelimelerle anlatılması mümkün olmayan bir sahneydi bu.
İkisi de ağlıyordu...
İki Türk insanı; biri kurtarıcı, diğeri kurtarılan... Ana oğul gibi, sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Dayanılır bir sahne değildi. O kadar direnmeme rağmen, ben de ağlamaya başladım.
Yaşlı kadın belki on kere öptü Ata’nın ellerini, yüz sürdü ellerine... Ata da onun ellerini öptü.
Neden sonra yaşlı kadın, heybesinden küçük bir paket çıkardı. Beze sarılmış bir köy peyniriydi bu. Atatürk’e uzattı.
-Tek ineğimin sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşam. Bunu sana hedeya getirdim. Seversen gene yapıp, gene getiririm.
Atatürk, hemen orada açtı peyniri, yemeye başladı. “Eline sağlık Anam” dedi. “Çok güzel, çok lezzetli bir peynirmiş.”
… …
Sonra birlikte Köşke gittik. Atatürk, oradakilere şu emri verdi; “Bu Anamı alın, iki gün konuk edin, sonra köyüne kadar götürün. Giderken benim bütçemden, üç inek verin, kendisine armağanımdır.”
* * *
İşte sevgili okurlarım, okumaya, zaman harcamaya değer elmek budur. Ortalıkta dolaşan saçma sapan elmekleri ona buna yollayıp; zaman kaybedeceğinize (ya da karşı tarafa kaybettireceğinize) bu ve buna benzer elmekleri birbirinize gönderin.
Gönderdiğiniz elmeklerde yurt sevgisi olsun, vefa olsun, çıkarsız, riyasız sevgi olsun, saygı olsun... Arkadaşlık, dostluk olsun... İnsanlık sevgisi, doğa sevgisi olsun... Çevreye saygı olsun...
Dilinizden utanmayın, elmeklerinizin dili arı Türkçe olsun... Elmeklerinizde, Anglomanca, vıtırı vızıkça dil kullanmaktan özenle kaçının...
Elmekleriniz eğitici, yönlendirici, yol gösterici, düşündürücü olsun... Gönderecekseniz, bana da buna benzer elmekler gönderin.
Dünyanın en büyük keşfi olan bu ortamı kirletmeyin.
Lütfen!...