Hintli bir ermiş, öğrencileri ile gezinirken; Ganj Nehri kenarında, birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş.
Öğrencilerine dönüp, "insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?" diye sormuş.
Öğrencilerden biri, "çünkü sükûnetimizi kaybederiz" deyince, ermiş; "Tamam da öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken, niye bağırırız?" diye yinelemiş sorusunu.
Öğrencilerden ses çıkmayınca, anlatmaya başlamış:
"…İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır.
Bu uzak mesafeden, birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.
Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur?
Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır.
Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?
Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar. Çünkü kalpleri, birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Bir süre sonra da konuşmalarına bile gerek kalmaz; sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur.
İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı, böyle bir şeydir."
Hintli ermiş daha sonra öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:
"Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz…”
* * *
Ben de “Akıl Tutulması Yaşıyoruz” adlı yazımda, bunu vurgulamaya çalışmıştım.
Demiştim ki, “…Gözlerimiz göz, bakışlarımız bakış olmaktan çıktı; deli gözü, deli bakışı yerleşti yüzlerimize…
Trampet gibi gerildik hepimiz.
Günlük, sıradan olayları konuşurken bile, kavga eder gibi konuşur olduk.
Ne oldu bize böyle?
Nasıl bu hale geldik?
Ne sevgi kaldı, ne saygı, ne vefa…
Birbirimizle, sesimizi yükseltmeden konuşamaz hale geldik…
Artık çocuklar bile, büyükleriyle sesini yükselterek konuşur oldu.
Niye?
!!??...
Son yıllarda yaşadıklarımız, görüp izlediklerimiz, bilinçaltlarımıza yer etti çünkü.
Ağzını, “Onlar, onlar, onlar… Biz, biz, biz…” diye açıp kapatan, siyaset ve siyasetçi modeli, toplumu bu hale getirdi.
Parlamentonun(!), siyasetçilerin (!) ve yandaş medyanın(!) hali ortada…
Günün neredeyse 24 saati(!) konuşan Cumhurbaşkanı’nın (o yetmiyormuş gibi mahdum zadeleri Bilal Efendi’nin) konuşmalarından gına geldi.
Toplum gerile gerile trampet gibi oldu.
İnsanlar, daha dokunmadan tepki verir oldu.
Deli gözü, deli bakışı yerleşti yüzlere.
Her şeyin suyu çıktı, her bir şeyin suyu çıkarıldı.”
… …
Evet, böyle demiştim.
Yine söylüyorum.
Her şeyin suyu çıktı, her şeyin suyu çıkarıldı.
İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyler konuşuyor; bunun adına da siyaset diyoruz.
Ne üretiyoruz?
Hiçbir şey.
Ne anlatıyoruz?
Hiçbir şey.
Kinden, garazdan, bölünüp parçalanmadan gayrı ne veriyoruz bu topluma?
Hiçbir şey.
İçi, dışı, her bir yanı boş sözlerle birbirimizin vaktini alıyor, bu toplumun geleceğini çalıyoruz.
Söylemlerimizin içi dışı boş olduğu için de bağırıyoruz…
Büyük düşünür Mevlana, bir söyleminde, sanki günümüz siyasetçilerini(!) anlatmış.
Demiş ki Büyük Düşünür;
“… Zerzevatçı bağırır, sarraf bağırmaz… Eskici bağırır, antikacı bağırmaz… Söyleyecek sözü, fikri değerli olan bağırmaz… Bağıran düşünemez; düşün(e)meyen kavga eder..."
Ne güzel demiş, ne güzel eylemiş değil mi?
O günlerden, bugünlere adeta nokta atışı yapmış; “cuk” diye de oturtmuş.
Bağıran düşünemez; düşün(e)meyen kavga eder...
Bağırmayın.
Sakin, sakin olun.
Sakin ve de içten olun.
İnsan gibi, beyefendi gibi, hanımefendi gibi…