Nerede bir saz sesi duysam, ta on birinci, on ikinci, on üçüncü yüzyıllara giderim. Abdal Musa, Hacı Bayram Veli gibi dinsel hizmetlerde bulunan alperenlerin, Alp Er Tunga, Alp Arslan, Battal Gazi gibi savaşçı alperenlerin ayak izlerini ararım o yüzyıllardan kalma.

Çankırı'nın Eldivan ilçesine gittiğimde de öyle oldu.

1960'lı yıllardan, Çorum İlk Öğretmen Okulu öğrenciliği yıllarımdan arkadaş olduğumuz Mustafa Çağlar'ın davetlisi olarak gittik Saray Köye. Ben Ankara'dan gittim, CHP Çorum Belediye Meclis üyesi, emekli öğretmen Aslan Kaya, kardeşi Cihat Kaya, emekli öğretmen, yazar Hasan Ali Kalayoğlu Çorum'dan geldiler.

"Şimdi kiraz mevsimi. Sizleri kiraz yemeye davet ediyorum." demişti telefonda Mustafa.

"Davet hak, gitmemek olmaz." demiştik

Mustafa, Karaman'da yaşıyor. Hanım köylü. Eldivan ilçesi, Saray Köy ise baba ocağı. Eşini Karaman'da bırakmış, tek başına gelmiş bizler için.

Saray Köy, Anadolu'nun binlerce köyünden biri. Çam ağaçları başımıza yıkılıyor. Köy, dağa yaslamış sırtını. "Lalelik" diyor köylüler dağa. İlkbaharda dağda binlerce lale. Renk renk, çeşit çeşit kır çiçekleri... Yol kıyılarında yer yer arsız kuşburnular... Şabanözü yönünde dağa doğru sardığımızda aşağılarda Saray 1, Saray 2 göletleri, yol üstünde kurnaları su dolu pınarlar... Göletleri kuzeyden saran dağın ağaç türü ise meşe. Kuzeyde Seydi Köyün arkasında uzaklarda doğudan batıya bir dağ silsilesi uzanıyor. Bu dağ silsilesinin en doğusunda bir başına göğe yükselen başka bir dağın zirvesini görüyoruz. Çankırı ile Kastamonu arasında sınır olan Anadolu'nun en yüce dağı olarak şarkılarda geçen Ilgaz Dağı bu.

Minik bir çevre tanıma gezisi yaptıktan sonra köye geri dönüp, kuzey yönünde daha yakınlara baktığımızda göz alabildiğince bağlar, bahçeler görüyoruz. Köyün içi, köyün önü tatlı bir meyille kuzey yönde Seydi Köyü'ne doğru uzanıp gidiyor.

Kendine özgü bir yapısı, duruşu var köyün. Köye girer girmez anlıyoruz bunu. Köylerimizin çoğunda ya cami olur ya cem evi. Hangi köye girseniz cami duvarlarının diplerine uzatılmış bir kuru kavak ağacının üstüne tünemiş üç beş akbaba güneşten korumaya çalışır kendini. Kulakları ezanda.

Burada öyle değil.

Caminin eteğinde köy meydanı. Ağaçların gölgesinde banklar, sandalyeler, masalar. Banklarda, sandalyelerde oturan; selam alan, selam veren aydınlık yüzlü insanlar.

Gelsin çaylar.

Son elli yıldır sağ iktidarlarla sözlü bir anlaşma yapmışlar aralarında sanki. Köyde genç yok. Başka başka yerlerden emekli olup dönmüşler köye. Ellerini ayaklarını çekmişler işten. Harç bitti, yapı paydos!

Yan gelip yatıyor köylü.

Tembelliğe isyan ediyor doğa. Dalı budağı yıkılıyor ağaçların. Kiraz, dut mevsimi şimdi. Armut, elma, ayva, erik, ceviz ağaçları gelecek günlere hazırlık yapıyor. Doğanın dilini dişini anlamaz olmuş emekliler. Ne budama, ne bahçe düzeni... Beli, küreği, çapayı, kazmayı unutmuş toprak.

Akşam, Zülfikar Sarı'nın evinde, evin terasında kurulan sofranın etrafında toplandık. Yedik içtik, çaldık çığırdık.

Zülfikar da kim? " diyeceksiniz. Hz. Ali'nin insan donuna girmiş kılıcı.

Bir dost.

Ona baktıkça, onu dinledikçe yüzyıllar ötesine gittik geldik, gittik geldik.

" Aha, karşımızda! "diyor Zülfikar. Eliyle Saray Köy'ün kuzeyini gösteriyor.

" Orası Seydi Köy. Köyün üstünde o görünen yapıda Hacı Murad-ı Veli yatıyor.

"Kim o?" diyorum, anlatıyor:

"1117-1207 yılları arasında yaşamış alperenlerden. Malazgirt savaşında Anadolu kapıları açılınca alperenler de dağılmışlar Anadolu, Rumeli toprağında. Bunlar ellerinde kitapları, dillerinde hikmetli sözleri olan inanç önderleri. Abdal Musa Antalya'ya, Seyit Ali Sultan Rumeli'ye, Taptuk Emre Eskişehir'e, Hacı Bektaş Veli Nevşehir'e, Elvan Çelebi, Koyun Baba Çorum'a atmışlar postlarını. Tekke olarak bilinen yatılı okullar açmışlar oralarda. Bizim payımıza da Hacı Murad-ı Veli düşmüş. Aynı dönemde Kastamonu'da Hacı Şaban-ı Veli, Ankara'da Hacı Bayram-ı Veli açmışlar okullarını.

Orta Asya’dan yüklendikleri yükü yıkmışlar buralarda."

Lafı ağzından kapıyorum Zülfikar Baba'nın.

Bir şiirimden dizelerle sürdürüyorum söyleşimizi:

" (...)

Cem olur meydan kurulur

Serilir Türkmen kilimi

Semah döner güvercinler Şakırlar Türkçe dilimi.

(...)"*

Zamanla Arap inancı karışmış siyasete.  İsyanlar çıkmış. Şeyh Bedrettin, Babai ayaklanmaları...

Celali isyanları olarak bilinir çoğu. Boyun eğdirememişler Oğuz Türk'üne.

"Ferman padişahın, dağlar bizimdir."** diyerek karşılık vermişler zulme. "Yedikleri yoksul eti, içtikleri kan olmuştur."*** zalimlerin.

12. yüzyıldan bu güne kanatlarının altına almış Hacı Murad-ı Veli bu bölgede yaşayan Oğuz Türk'ünü. O kaya olmuş, iktidarlar yel. Yel kayadan ne koparırsa o kadar kopara kopara bugünlere gelinmiş. Değirmeni sel götürmüş, bir "şakırdak" kalmış.

Dil kalmış.

Arı, duru, güzel Türkçemiz kalmış.

Bu dil bildik dil; Yunus Emre'nin dili, Karacaoğlan'ın dili:

"Eldivan'ın kirazı

Dosta gider birazı

Artık çekemez oldum

Bana ettiğin nazı

Haremi de yar yar haremi

Sen açtın sinemdeki yaremi

Üzüm koydum sepete

Yar oturur tepede

Öyle bir yar sevdim ki

Şan olsun memlekete

Haremi de yar yar haremi

Sen açtın sinemdeki yaremi

Elmanın ağaçları

Hep kurulmuş başları

Kurulmuş yaya benzer

O yarimin kaşları

Haremi de yar yar haremi

Sen açtın sinemdeki yaremi

Irmak susuz olur mu

Dibi kumsuz olur mu

Ben müftüye danıştım

Yiğit yarsız olur mu

Haremi de yar yar haremi

Açma sinemdeki yaremi"

Bu bir Çankırı, Eldivan türküsüdür. Neşe Dilekçioğlu tarafından derlenmiştir. Kaynak kişi ise Ramazan Sarıca'dır.

Bu türkü, kimlik kartı Eldivanlıların.

Alperenlerin Anadolu'da yaktıkları ışık, zamanla yobaz din adamları tarafından söndürülmeye çalışılmıştır. Bolu dolaylarında yaşamış Aşık Dertli, sazını susturmak isteyen, "Sazın içinde şeytan var. " diyen yobaza güzel bir ders vermiştir:

"Abdest alsan, aldın demez

Namaz kılsan, kıldın demez

Senin gibi haram yemez

Şeytan bunun neresinde?"

Eldivan'ın müftüsü, Bolu'nun yobazına benzemiyor. Suyu bulandırmıyor, sevgiye yasak koymuyor.

Bu kişilikler halkın rahat nefes almasını sağlıyor.

İşbirlikçi, arsız, hırsız, kindar sağ siyasetçilere hiç benzemiyor Eldivan müftüsü.

Türküyü halkın dağarcığından çıkartıp unutturamayan egemenler, üretimin dışına çıkartmışlar köylüyü. İşleri ellerinden alınmış. Memleketin varsıllıklarını iktidarlar kendi çevrelerine akıtırken, bu insanları "Bir lokma, bir hırka" anlayışına hapsetmişler.  Üretici köylüler, zaman içerisinde tüketici olmuşlar.

-Sen bana oy ver

-E!

-Dile benden ne dilersen;  kömür, makarna, un...

Al gülüm, ver gülüm!

Mustafaların ev, yatak evimiz oldu. Sabah kahvaltısına emekli Tarih öğretmeni Hakkı Tarhan çağırdı. Sofrada yılanın ödü, kuşun sütü!

Sonra da bahçelere indik. Köylü, yüzüne bakmıyor bu değerli meyvelerin. Bahçe bahçe geziyoruz. Dallarına uzandıkça nasıl da seviniyor dut, kiraz ağaçları! Bir işe yaramanın mutluluğu dallarda uçuşuyor.

Çorum’dan gelen üç dostuma Eldivan' da üç dost daha ekleniyor.

Neyleyim sarayı, neyleyim köşkü!

Elimde bir sepet kiraz, dilimde Eldivan Türküsü Ankara'ya dönüyorum:

"Eldivan'ın kirazı

Dosta gider birazı"

9 Haziran 2024, Eldivan, Saray Köy

-------------------------_-

* Zeynal GÜL, İki Damla Gün Işığı, Şiirler, 108 sayfa, Barış Kitap, 2018- Ankara

** Dadaloğlu şiiri

***Ataol Behramoğlu, Yunus Gibi şiirinden

Zeynal Gül 1-11960’lı yıllarda Çorum İlköğretmen Okulu’nun öğrencileri olan eski dostlar, Mustafa Çağlar’ın davetlisi olarak Çankırı’nın Eldivan ilçesine bağlı Saray köyde…ÇORUM HABER’in köşe yazarları olan Hasan Ali Kalayoğlu, Zeynal Gül, Çorum Belediye Meclisi Üyesi Aslan Kaya ve kardeşi Cihat Kaya…Ve dostlara evini açan Zülfikar Sarı…

Zeynal Gül 2-1

Eski dostlar, eski dostlar…

Zeynal Gül 3Yeşillikler içinde bir gölet manzarası…

Zeynal Gül 4Köy çeşmesi…

Zeynal Gül 5Orda bir köy var…

Zeynal Gül 7Zeynal Gül 6