Doğanın döngüsünde kazanan ya da kaybeden yoktur. Orada sadece varoluşun sessiz bir ahengi vardır. Ağaçlar yapraklarını toprağa bırakır, toprak o yaprakları özüne alır ve yeniden hayata dönüştürür.

 Ne yaprağın düşüşü bir kayıptır, ne de toprağın onu alışı bir kazanç.

 Her şey, olması gerektiği gibi, kendine düşen görevi yerine getirir. Ve bu döngü, sonsuz bir bilgelikle işler.

Ancak insan yüreği, bu döngüyü kavrayabildiğinde değişir. O an, insanın içindeki huzursuzluk susar, kalbi doğanın ritmiyle atmaya başlar insan ruhu özgürleşir.

Rüzgarın kopardığı bir dalda yalnızca yıkımı değil, yeni bir yaşamın başlangıcını görür.

 Gözleri, bir fırtınada eğilen ağaçların sabrını fark eder. Yağmurun toprakla buluştuğu o ilk anda, yalnızca suyun düşüşünü değil, yaşamın kutsal bir el sıkışmasını hisseder.

Düşünün, bir nehir kendi yatağında sessizce akarken durup, “Ben kazandım” demeye çalışır mı?  Denize ulaşınca oysa ne büyük iş  başarmıştır, ne güzellikler yaratmıştır, denize ulaşana kadar ne zorluklar aşmıştır. Yine de gökuşağı yansır damlalarında.

 Ya da bir dağ, zirvesine ulaşamayan kar tanesine “Sen kaybettin” der mi? Hayır.

Çünkü doğa, kazanç ya da kayıp bilmez. O sadece “olur”. Ve insanın yüreği, bu derin gerçeği anladığında doğaya dair algısı değişir.

Kendini onun karşısında değil, onun bir parçası olarak görmeye başlar.

Ama bu farkındalığın bir bedeli vardır: teslimiyet. Egoyu bırakıp, tıpkı bir yaprak gibi, bir dal gibi, bir rüzgar gibi yalnızca görevini yerine getirmek…

Bunu başardığımızda, yaşamın içinde savaşı bıraktığımızda, kalplerimiz doğanın döngüsüyle bir olur. İşte o zaman insan, yaşamın en büyük sırrını çözer: Hiçbir şey ne tamamen biter, ne de tamamen başlar. Her şey sadece “devam eder.”

İnsanoğlu doğanın döngüsüne göre zaman ayarlaması yapar, döngü zamanı 21 Aralık yaklaşırken, takvim yaprağından bir yıl daha düşerken… Biten yılda ne kadar hayatla uyumlandık, hiç karşılık beklemeden sevgiler verebildik mi hayata, yani egoları indirip özgür kalabildik mi?