Evet, bu hafta şehitler haftası… Bu hafta, bu vatan için kanını ve canını verenlerin anıldığı hafta… Bu hafta, bu vatan için toprağa düşenlere saygıların sunulduğu hafta…
İşte bu nedenle bir alıntıyı paylaşmak istedim.
***
Salona eli bağlı üç kişi getirildi. Sanık sırasına oturtuldular.
Mahkeme Başkanı Saruhan Mebusu Mustafa Necati, sanıkların en yaşlısına sordu:
-Baba, adın ne?
Dinleyicilerde bir ferahlama görüldü. Demek ki, bu ihtiyarın suçu ötekilerden daha fazla; bu yüzden ilk yargılanıyordu.
İhtiyar ayağa kalktı;
-Hüsnü.
-Baba adı?
-Ramazan.
-Nerelisin?
-İnebolu’nun Çatal bucağından...
-Baba, sen askerden kaçan oğlunu evinde saklamış, asker kaçağına yataklık etmişsin.
-Tövbe de reis bey, tövbe de!
-Ben tövbe dedim, ama sen ne dersin?
İhtiyar köylü bu üstelemeden sıkılmıştı. Elini koynuna sokup yıpranmış, buruşuk iki tomar kâğıt çıkardı, kürsüye doğru salladı;
-Reis Bey, Reis Bey! Şu kafa kağıtlarının içini okusan bana dediğinden utanırsın!
-Neden?
-Bu kâğıtlar, Balkan Harbi’nde ve Çanakkale’de şehit düşen oğullarımın nüfus kayıtlarıdır. İki aslanını millet için şehit veren baba, üçüncü oğlunu ölüm dirim savaşında bir kahbe gibi gizlemez Reis Bey.
Salonda çıt yoktu. Mahkeme üyeleri birbirlerinin yüzüne baktılar. Şaşkındılar.
İhtiyar birden yamalı mintanını yırttı. Çıplak, ak kıllı göğsü dışarı fırladı.
-Hele gel Reis Bey, yakın gel de şu kalbura dönmüş göğsüme bak!
Bu gördüğün yaraları, Makedonya’da Bulgar çeteleri ile dövüşürken aldım.
Sekiz yıl askerliğim var benim. Kurşun yarasına yara demem. Şehit aslanlarımın yarasıdır bağrımı delen. Benim oğlum askerden kaçsa bile ben saklamam. Bunu böyle bil!
Mustafa Necati Bey sıkıntısını gizleyemeyerek sordu:
-Peki baba, oğlunu en son ne zaman nerde gördün?
-En son ilk kar düştüğünde gördüm. Aha şurada. Kastamonu askerlik şubesinin önünde Ankara’ya selametlerken…
-Sonra hiç haber almadın mı?
İhtiyar duraladı.
Bu soruyu beklemediği belliydi. Korkulu gözlerle dinleyicilerden yana baktı.
Orada birilerinden, birilerinin bir şeyler söylemesinden korkuyordu sanki…
Kararsızdı.
Bir süre sağına soluna baktı. Sonra tükenmiş bir sesle başkana döndü:
-Diyecem diyecem emme o itin ipini de ben çekeceğim!
Başkan güngörmüş geçirmiş bir tavırla sordu:
-Anlat bakalım baba!
-Askerin bazıları kandırılmış, başıbozuk olmuş dediler.
Askerden kaçanları ortalıkta görmüyorduk, emme kulağımıza geliyordu.
Kaçaklar yakalanırım korkusuna evine ocağına gelmezmiş. Kimi dağa çıkıp eşkıyalık edermiş, kimi de bir kıyıya siner mektup yazıp evden para istermiş.
Bir ay önce bana da bir mektup geldi. Muhtar getirdi.
Hah dedim, oğlan askerden kaçtı para ister.
Benim okumam yazmam yok. Utancımdan kimseye okutamadım.
Muhtar her önüne gelene demiş bana mektup geldiğini. Ele güne bakamaz oldum.
Dünyaya kahrettim, eve kapandım.
İhtiyar eğildi, bağlı elleriyle yün çorabının arasından katlanmış bir kâğıt çıkardı.
-Aha mektup bu! Alın okuyun. Neredeyim diyorsa gidin yakalayın.
Asarken de ipini bana çektirin!
Mahkeme Başkanı Mustafa Necati kâğıdı açtı, okudu.
Birden acı acı titredi, yerinden fırladı, ağlayarak kürsüden indi, ihtiyarın önüne geldi.
Boğuk sesiyle hıçkırdı.
-Baba bizi bağışla. Küçük oğlun da İnönü’de şehit düşmüş. Sana gelen mektup askerlik şubesinin şehitlik ilmühaberiymiş.
İhtiyar, elini öpmek isteyen Mustafa Necati Beyi durdurdu.
-Vatan sağ olsun. Siz aslanlarım sağ olun.
İhtiyar sessizce ağlamaya başladı.
Çıplak ak kıllı göğsü körük gibi inip kalkıyor, kırışık yanaklarından süzülen gözyaşları sakallarının içinde kayboluyordu.
Vatan hainliği suçlamasından kurtuluşuna mı ağlıyordu, son oğlunu da yitirişine mi? Kimse anlayamadı.
Evet, Cumhuriyet işte bu bedeller üzerine kuruldu.
Bu bedeli canıyla, kanıyla ödeyen tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi saygıyla anıyorum.