O da olmasa daha da çok korkacağını biliyordu. Bir süre yüreğinin gümbürtüsünü dinledi. Böyle durumlarda kendi kendine konuşmanın ya da bir türkü söylemenin korkuyu azaltacağını okumuştu bir yerlerde. Birden:
“Heeeeyyy!” diye bağırdı. Sesi yankılandı kayalarda.
“Emre’yle Özgün de ses verdiler sesine.
“Heeeeyyy!”
Onların sesini duyunca korkusu hafifledi. Çok sürmedi; Özgün’le Emre karşıdaki dönemeçte göründüler. Onları görünce daha da rahatladı. El salladı onlara. Onlar da karşılık verdiler. Korktuğunu belli etmemeliydi. Özgün fotoğraf makinesini çıkarıp bir resmini çekti uzaktan. Sulara bata çıka geldiler. Yarı bellerine kadar ıslanmışlardı.
Özgün heyecanla:
“İlerde iki kıyısı da sarmaşıklarla kaplı 5-6 metre yüksekliğinde bir çağlayan var!..” dedi. “Görmeni isterdim Prenses!”
“Resmini çektik,” dedi Emre. “Müthiş, büyüleyici bir yer!..”
“Başka ne gördünüz?”
“Bir de yılanlar, çıyanlar...” dedi Emre.
“Çok fenasın Emre. Yılandan çıyandan başka bir şey düşünmez misin sen Allah aşkına?”
“Düşünürüm. Bir de buradan nasıl ineceğimizi düşünürüm.”
Güldü Özgün:
“Gözümüzü yumar atlarız, değil mi Cemre?”
“Nasıl bu kadar rahat olabiliyorsunuz? Anlamıyorum doğrusu.”
“Senin sinirlerin bozulmuş Prenses.”
“Hemen inelim buradan da rahatlasın bari.”
“Önce sen in Emre. Biz elinden tutar yardımcı oluruz sana.”
“Tamam.”
Onların desteğiyle rahatça indi.
Sıra Cemre’deydi.
“Hadi, Prenses! Ben aşağıdan destek olurum sana.”
“Ama korkuyorum!”
“Korkmana gerek yok Prenses. Dön yüzünü bu yana.”
“Tamam! Ama iyi tutun beni!”
“Şimdi çömel! Tutun kayanın kıyısından. Salla ayaklarını aşağıya. Ben tutuyorum omzundan seni. Haydi! Emre sen de ayaklarından destek ol!”
“Tutuyorum Prenses, Az kaldı! Ha gayret! Tamam!...”
Ayakları kuma basmış, inmeyi başarmıştı Cemre.
“Oh be!” dedi “Hele şükür indim.”
Özgün:
“Hadi geçmiş olsun Prenses.”
“Çok sağ olun!”
Özgün de aynı yöntemle, Emre’yle Cemre’nin desteğiyle indi aşağıya.
Çıktılar kanyondan.
“İyice acıktık,” dedi Cemre.
“Sen soframızı kuruncaya kadar biz çağlayanda bir duş alalım Emre’yle.”
“Islanan pantolon ve çamaşırlarımızı da serelim güneşe, kurusun!”
“Tamam!” dedi Cemre.
Cemre sofrayı kurduktan sonra, Özgün’le Emre de kanyondan birer Tarzan gibi çıktılar. Islak çamaşırlarını kuruması için taşların üzerine serdiler. Sonra da gelip oturdular söğüdün altına, Cemre’nin kurduğu sofranın başına.
“Fil gibi acıkmışım!”
“Ben de kurt gibi acıkmışım!”
“Oh ne ala!” dedi Cemre. “Beyefendiler çağlayanda duşlarını aldılar, güzelce serinlediler. Sofraları da önlerine kuruldu. Birisi fil gibi, birisi de kurt gibi acıkmış. Karınlarını doyurunca da bir köşeye çekilip, güzellik uykusuna yatarlar. Bizler de böyle hep hizmet ederiz bunlara.”
“Böyle konuşan birisi vardı ya Emre. Nerede dinlemiştim? Anımsayamadım doğrusu.”
“Bir televizyon dizisinde olmalı.”
“Ben duş alamadım diye üzülme Prenses,” dedi Özgün: “Sıra sende. Git, sen de bir duş al orada. Nasıl olsa korunaklı. Su da gayet güzel. Yukarıdan inen sular öyle hoş dövüyor ki insanın bedenini…”
“Sanki masaj yapıyor.”
“Bunu diyebilecek misiniz? diye bekliyordum zaten.”
“Neden demeyelim ki Prenses. Bizde bencilik yok. Duş alıp serinlemek senin de en doğal hakkın. Hem biz uygar insanlarız.”
“Sağ olun. Çok incesiniz!”
Gerçekten acıkmışlardı. Güzelce karınlarını doyurdular.
Onlar sofrayı toparlamaya dururken, Cemre de serinlemek için kanyondaki çağlayana yollandı.
“Mektupları yazmayı unutmayalım,” dedi Özgün.
“Sahi ya! mektup yazacaktık değil mi?”
(SÜRECEK)