Ardından, yerinden kalkarak çantasından fotoğraf makinesini çıkardı. Kolay yakalanmayacak böyle bir anı belgelemek için, bir iki açıdan bu şöleni resimleyerek ölümsüzleştirdi. Sırayla Cemre, Emre, Özgün de birer görüntü aldılar. Neşe içinde söyleşerek sürdürdüler bu şölenlerini.

Yemekten sonra gelin hanımlar sofrayı toparladı. Babaanneyle Cicianne ve Ayşe Hanım kendi aralarında söyleşi için çekildiler bir kıyıya. Çocuklar yengeleriyle birlikte kaysı, vişne ve armut toplayıp getirdiler. Sonra, Nurşen Hanım’la Hacer Hanım aşağı sebzeliğe inerken, Cemre de yanlarına katıldı.

Özgün’le Emre ise dayılarının yanında kaldı. Doyasıya söyleştiler. Neşeli kahkahaları ağaca, dala yaprağa; ota çiçeğe toprağa sindi, kaldı oralarda. Zafer Bey de kalemini, defterini çıkarıp her zaman olduğu gibi bir şeyler karaladı defterine. Bu güzel günle ilgili notlar aldı sıcağı sıcağına. Ve sonuna da şöyle iki beyit ekledi.

“Bırakarak bir yana derdi, kederi, gamı.

Çalışarak anlamlı, kılmak gerek yaşamı.

Yaşananlar gün gelip, bir gün anı olacak

Yazılırsa günlüğe, geleceğe kalacak.

O gün güzel bir gündü. Akşama kadar söyleştiler, dertleştiler. Zamanın nasıl geçtiğinin ayırtına varamadılar. Her güzel günün sonlanması gibi bu gün de sonlandı. Güneş dağların ardına inerken kalktılar, derlenip toparlandılar. Zafer Beyler Çıkrık’a, Sedatlar Çorum’a, Abdulkadir de köyüne, İbek’e yollandılar.

KADI’NIN CEVİZ ve

TOPRAKLIK

7 Temmuz 2003, Pazartesi.

Sabah geç kalktıkları için, kahvaltılarını da biraz geç yaptılar. Kahvaltıdan sonra ellerinde kitaplarıyla balkona çıktılar çocuklar. Zafer Bey’in de elinde şair Ahmet Özer’in, “Şiirin Kanatlarında” adlı kitabı vardı. Öylesine dalmıştı ki kitaba.

“Göz açıp kapayıncaya kadar üç gün oldu biz geleli,” dedi Özgün. “Temmuz’un yedisi olmuş.”

“Yarın Yayla’ya çıkıyoruz değil mi Büyükbaba,” diye sordu Cemre.

Bu soruyu duymadı Zafer Bey.

Cemre elini uzattı kitabının üzerine. İşte o zaman başını kaldırıp Cemre’ye baktı Zafer Bey.

“Bir şey mi diyorsun kızım?”

“Dalmışsın kitaba, duymadın beni Büyükbaba.”

“Haklısın yavrum. Kitap beni sardıysa, top atılsa duymam. Ahmet Özer de okutuyor kitaplarını doğrusu.”

“Kim bu Ahmet Özer Büyükbaba?”

“Şair-yazar bir arkadaşım… 193 sayı çıkan “Kıyı” kültür sanat dergisinin sanat yönetmeni. Sahi sen bir şey mi soracaktın bana?”

“Yarın Yayla’ya çıkacak mıyız?”

Zafer Bey gayet ciddi bir ses tonuyla:

“Evet,” dedi.

“Ne ile çıkacağız Büyükbaba?” diye sordu Özgün.

“Elbette yürüyerek. Herkes de sorumlu olduğu yükünü sırtına alır, konuşarak söyleşerek gideriz.”

“Ciddi mi söylüyorsun Büyükbaba?” dedi Emre.

“Elbette,” dedi Zafer Bey. “Niye şaştınız? Toru topu iki saatlik bir yol yürüyeceğiz dağa yukarı.”

“Ama Büyükbabacığım!” dedi Cemre. “Biz nasıl taşıyalım onca yükü?”

“Taşıyamaz mısınız?”

“Taşıyamayız elbette.”

Bu sırada anneanneleri gelmişti yanlarına. Duymuştu konuşulanları.

“Üzme çocukları!” dedi.

Güldü Zafer Bey:

“Şaka yaptım size çocuklar,” dedi. Dağa, araba çıkamaz. Ne de olsa taşlık-kayalık. Ama traktör çıkar. Mustafa Yılmaz adlı bir akrabamız var. Onunla geldiğimiz gün görüşmüştüm. Yarın sabah saat dokuzda traktörüyle gelecek; eşyalarımızla birlikte bizi alıp, Robinson Mehmet’in Yayla’daki bahçesine çıkaracak.”

“Yaşasın!..” diye haykırdılar üçü birden. “En sonunda düşümüz gerçek oluyor.”

“Peki, bugün nereleri gezeceğiz Büyükbaba?” diye sordu Emre.

“Bugünkü programda; Ali Dayı’nın Topraklık’taki bahçesiyle, Karey var. Oraya gideceğiz. Evlerine uğramıştık, biliyorsunuz.”

“Biliyoruz,” dedi Cemre. “Bidibidi babaannemin kardeşi oluyor. O da emekli öğretmenmiş.”

“Evet” dedi Zafer Bey. “Siz her sabah uyurken o sepetli motosikletiyle kapının önünden geçip, bahçesine gidiyor.”

“Ne zaman gideceğiz?”

“Öğleden sonra… Yani şimdi siz ister kitap okuyun, ister anılarınızı yazın, isterseniz gidip dolaşın, gezin.”

“Gezmek için, köyü çıkmak gerek,” dedi Özgün.

SÜRECEK