Akşam Muhtarın odasındayım yine. Odaya gelen vatandaşlarla tanışmaya onları tanımaya çalışıyorum. Ardından sözün ucunu yakalayarak konuyu eğitim-öğretime, eğitimin yararlarına getiriyorum. Çocukların, özellikle de kız çocuklarını okutulmasının gerekliliğini vurguluyorum.

“Daha ilk günden ne acele ediyon be Hoca?” diyor birisi.

Bir diğeri destek veriyor onun görüşüne.

“Öyle ya,” diyor. “Ne demişler: Yaz var, kış var. Ne evilecek iş var.”

“Okul açılalı bir ayı geçti. Daha okuldan içeri adım atmamış öğrencilerimiz var. Bir günün yitimi bile önemlidir. Ne zaman elleri kalem tutacak da okuma, yazma öğrenecekler? Yazık etmeyelim çocuklarımıza” diyorum.

“Yav Hoca” diyor birisi. “Sen de köylüymüşsün. Köylünün halinden anlaman gerekir. Sene sonuna kadar daha çok gelir giderler çocuklar.”

“Eğitimde süreklilik gerek. Arada sırada gelmekle çocuklar bir şey öğrenemez. Eğitim aksatılmadan sürdürülmelidir,” diyorum.

Bir başkası:

“Evde çocuklara göre de işler var. Anaları bir iş görürken çocuklar da küçük bebeklere bakıyorlar.”

“İzni gerektiren bir özrünüz ya da işiniz olduğunda, çocuklarınızı o gün izinli sayarım. Yeter ki çocuklarınızı okula gönderin.”

Bir diğeri alıyor sözü:

“Çocuklar her gün okula gelmeli, demeni de anlayamıyoruz doğrusu. Okuyup da “Mısır Mollası” mı olacaklar sanki?”

“Belki de olurlar” diyorum gülerek

“Kız çocuklarına gelince,” diyor ilk söze katılan. “Kız kucakta, çeyizi sandıkta denilmiştir. Onlar yaş 13-14 oldu mu başörtüsü altında, dünürleri kapıdadır.”

Böyle diyerek, birbirlerinin sözlerini tasdikliyor; sözü başka alanlara çekerek konuyu unutturmaya çalışıyorlar.

İşimin oldukça zor olduğunu anlıyorum. Ama yılmak yok. Yasal cezalar ise en son uygulama olmalıydı.

Muhtarla Fikri öğretmense sadece dinliyorlar. İşim zorun da zoru…

Programa göre günde yapılan ders toplamı beş saat. Sabah saat 9.00’da başlayan eğitim öğretim; 40 dakika ders, 20 dakika ders arası dinlenme olmak üzere 12.00’e kadar toplam olarak üç ders. Saat 12.00 ile 13.30 arasında bir buçuk saat öğle ara vermesi. Öğle sonu saat 13.30’da yine 40 dakika olarak başlayan ders, 20 dakika dinlenmeyle birlikte iki ders daha yapılıp, 15.10’da akşam paydosu oluyor, öğrenciler evlerine salınıyor. Hafta boyunca böyle sürdürülüyordu dersler. Cumartesi günleri ise öğleye kadar üç ders yapılıp saat 12.00’da hafta sonu tatiline giriliyordu. O yıllarda hafta sonu tatili, yarım gün cumartesi, ardından da tam gün Pazar olmak üzere toplam bir buçuk gündü.

ODAMA YERLEŞİYORUM

3 Kasım 1961

Memleketten getirdiğim bir torba unu annem, Muhtar Çelebi’nin evine aldırarak ekmek tandırında yufka ekmek yaptırmış bana. Eşyalarımla birlikte yufka ekmeğim de Yusuf’un yardımıyla öğle sonu taşınıp, odama yerleştirilmiş. Okuldan döndüğümde odamı oturulur durumda buluyorum. Odanın doğu yönündeki duvarında, kapı girişinin yanından itibaren yerden bir metre kadar yükseklikte, 70 cm. derinliğinde, üç metre uzunluğunda boydan boya bir tahta terek var. Yufka ekmeğimle bazı kap kacak da oraya yerleştirilmiş. Pencere önlerindeki yükseltili oturma sekisinin üzerine bir çul serilmiş, üzerine de iki minder yerleştirilmiş. Yine kapının arkasına düşen bardaklığa da su kovası suyla doldurulup konulmuş. Somyam ise; pencere önündeki oturma sekisinin karşısındaki ahşap, arkalıklı ikinci sekinin gerisinde yerini almış. üzerine yatağım-yorganım serilmiş, üzerine de, battaniyem örtülmüş. Eşyalarım koca odanın içinde karınca göçü gibi kalıyor. İçerisi güneş almadığı için, nemli ve serin.

Bundan böyle burası benim odam, benim evim. Yusuf’a kuru bir teşekkür etmenin ötesinde şimdilik elimden gelen bir şey yok. .

3 Kasım 1961 tarihli günlüğüme şu notu düşmüşüm:

“Köy içinde tuttuğum odaya eşyalarım taşındı, ben de yerleştim. Odam geniş mi geniş; büyük mü büyük... Eşyalarım içinde karınca göçü gibi kalıyor. Buna da şükür, diyorum. Burada geçecek günlerimi düşünüyorum. Pek kolay geçeceğe benzemiyor. Şimdi bile soğuk oluyor içerisi. Çünkü hiç güneş ışığı almıyor. Her taraf nem… İçeri girer girmez burnunuzu sızlatan ağır bir küf kokusuyla birlikte, bir ağırlık çöküyor insanın beynine. Havasız mı havasız. İki kapıdan sonra giriliyor odaya. İlk giriş hol, ardından oda... İçerisinin neminin de kolay kolay kuruyacağı yok. Kuruması için sabahtan akşama kadar sobayı yakmak lazım. Ama ne yakacaksın. Her yağışta da odanın damladığı anlaşılıyor. Odaya ilk girdiğimizde toprak tabanda damla oyuklarıyla karşılaşmıştım.”

4 Kasım 1961, Cumartesi.

Annem ve Fikri öğretmenle birlikte sabahleyin Sungurlu’ya gitmek için yola çıkıyoruz. Bugün maaş alma günü. Ben hem ilk maaşımı alacak, hem de annemi Sungurlu’dan Çorum’a yolcu edecektim. Arif dedem (annemin babası) biz gelirken çok hasta olduğu için annem bir an önce dönmek istiyor.

Ankara yolunda bindiğimiz bir otobüsle Sungurlu’ya iniyoruz. Ancak ne var ki maaşımı alamıyorum. Biz geçici öğretmenlere çalıştıktan sonra maaş tahakkuk ettirilecekmiş. O nedenle aradan bir ay geçmesi ve Aralık başını bulmamız gerekiyormuş. Cebimdeki yetersiz parayla bir ay nasıl geçinecektim. Annemi Çorum’a yolcu ettikten sonra, ben de cebimdeki paranın elverdiği ölçüde en önemli gereksinimlerimi alıp akşam köye dönüyorum.

Fikri öğretmen benimle birlikte dönmüyor. Maaşını alınca annesini yanına getirmek için (izinsiz olarak) memleketi Isparta’ya gidiyor.

Bense bu süre içinde okula ve öğrencilere ısınmaya, onları tanımaya çalışacak; ayrıca, Fikri öğretmen dönünceye kadar, onun öğrencileriyle de ilgilenecektim.

Öğrencilerin çoğunun üst baş dökülüyor. Okula deftersiz, kalemsiz gelenler var hala. Getirmiş olduğum defter, kalem ve silgileri yoksul durumda olduklarını sezinlediğim öğrencilere parasız dağıtıyorum. Ama çoğu öğrencim de (ben istemediğim halde) bunların karşılığında bana yumurta getiriyorlar. Onları incitmemek adına bunları kabul ediyorum.

Fikri öğretmen gidişinden tam beş gün sonra, 9 Kasım Perşembe günü akşamı dönüyor annesiyle. Babası birkaç yıl önce vefat etmiş.

(SÜRECEK)