“Aferin!” demişti öğretmenimiz. “Çok güzel açıkladın. Kutluyorum seni.” Sonra arkadaşlarıma dönerek:

“Arkadaşınız bu bilmecenin yanıtını doğru bildiği için bir armağan kazanmıştır. O armağansa, bilmecenin doğru yanıtı olan kitaptır.”

Sonra getirmiş, Zümrütanka adlı bir masal kitabı armağan etmişti bana.

Ne değin sevinmiştim o gün. Dünyalar benim olmuştu sanki. Çünkü okumayı çok seviyordum. İçtenlikle teşekkür etmiştim öğretmenime.

Kitabın yazarı, Eflatun Cem Güney’di Hem masalı, hem de masalın başındaki tekerlemeyi çok sevmiştim. Kısa zamanda ezberlediğimi anımsıyorum o tekerlemeyi.

Sınıf kitaplığına gelen kitapları herkesten önce okuyup bitirmiştim. Öğretmenim bu konuda, tam bir kitap kurdu olduğumu niteleyip, arkadaşlarıma da örnek göstermişti beni. Bir de, Altın Saçlı Kahraman adlı bir kitap armağan etmişti bana. Bu, büyük önderimiz Atatürk’ün yaşam öyküsünü anlatıyordu. Onu da su içer gibi bir solukta bitirmiş, dönüp bir kez daha okumuştum.

Öğretmenim her zaman:

“Kitap gibisi var mı çocuklar,” derdi. “Okuyun, çok okuyun. Okudukça bilginiz, görgünüz artacak; görüş, seziş düşünüş ufkunuz genişleyecek, zekanız gelişecek,” derdi.

O zamanlar bu sözlerin anlamını pek kavrayamasak da, kitabın önemini çok iyice anlamıştık.

Hemen o çocuğun geldiği yöne doğru yürüdüm. Kitap satılan yeri bulmalıydım. Cami avlusuyla cadde arasındaki duvarını kıyısını izleyerek buldum aradığımı.

Bir kitapçı sergi açmıştı duvarın kıyısına, yaya kaldırıma. Sıra sıra dizmişti kitapları. Hepsinin de kapakları renkli resimli ve gözalıcı bir görünümdeydi. Bu değin kitabı ilk kez görüyordum. Bizim öğretmenin kitaplarından da çoktu. Bunların hepsi benim olsa, ne şeker, ne simit ne de başka bir şey istemezdim. Okurdum hepsini su içer gibi.

İlgi ve merakla izleyenlerin arasına ben de katıldım. Bazıları beğendiği kitabı seçip alıyor, ödüyordu ederini. Bazıları da aradığı kitabın adını söyleyip, olup olmadığını soruyordu. Kitapçı da, onca kitabın arasından, çabucak bulup çıkarıveriyordu istenilen kitabı.

Bu yıl dördüncü sınıfa geçmiştim. Ders kitaplarımın dışında öğretmenimin verdiği Türk Masalları kitabım da vardı. Onun masallarını da okuya okuya ezberlemiştim neredeyse. Komşumuz Osman ağabeyin askerlik dönüşü getirdiği birkaç kitabı görmüş, isteyip okumuştum. Bunlar içinde en çok hoşuma gideni, “Köroğlu Destanı” kitabıydı. Köroğlu, babasının gözlerini kör eden zalim “Bolu Beyi”nde öcünü koymamış; güçsüzlere ve yoksullara arka çıkmış bir halk kahramanıydı.

Hayranlıkla izlediğim kitapların adlarını okumaya koyuldum birer birer.

“Hazreti Ali’nin Cenkleri, Battal Gazi Destanı, Zaloğlu Rüstem, Muhammet Hanefi Cengi, Yunus Emre Divanı, Karacaoğlan, Leyla ile Mecnun, Arzu ile Kamber, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Aşık Garip, Sevilen Şarkılar ve Türküler, Namaz Hocası, Nasrettin Hoca Fıkraları, Köroğlu... Evet Köroğlu... Tanış biliş bir arkadaşa kavuşmuşlayın sevince ve heyecana kesti yüreğim.

Çömelerek Köroğlu kitabına dokundum. Kapağındaki resimde elinde kılıcıyla şaha kalkmış atının üzerindeydi Köroğlu. Kitapçıya ederini sorup sormama kararsızlığı içinde bocalarken kitapçı:

“Kitap mı almak istiyorsun küçük?” diye sordu.

Utanıp sıkılarak:

“Bu kitap kaça? “ diye sordum.

“Elli kuruş,” dedi kitapçı. “Paran varsa hiç durma. Tam senin gibi çocuklar için o kitap. Vereyim mi?”

Babamın verdiği 25 kuruş yetmiyordu.

“Param yok amca. Babam pazarda. Ona söyleyeyim de alsın bana.”

“Hadi git de çabuk gel öyleyse.”

“Olur,” dedim.

Oradan ayrılmak üzere geri döndüğümde, birisi kolumdan tuttu. Korktum birden. Başımı kaldırıp baktığımda gülümseyen bir amcayla karşılaştım. Elinde bir sepet vardı.. Pazardan bir şeyler almıştı.

“Korkuttum mu seni?” dedi.

“Biraz korktum,” dedim. “Birdenbire kolumdan tutunca...”

“Gel bakalım, seninle söyleşelim biraz.”

(SÜRECEK)