Etüt saatinin bittiğine işaret eden zil çalıyor, öğrenciler, kovandaki arıların çıkardığı gibi bir uğultu içinde, doğruca yatakhaneye yöneliyorlar. Son öğrenci de girdikten sonra, bahçede kimse kalmadığını denetlemek için bekçilere etrafı dolaşmalarını, geciken öğrenci kaldıysa alıp yatakhaneye getirmelerini söyledikten sonra kapıları kapatıyoruz, hemen de sayıma geçiyoruz. Geciken yok. Öğrencilerin yattıkları yatakhaneler numaralanmış ve orada kalan öğrenci sayısı adlarıyla birlikte listelenmiş durumda. İki erkek öğretmen iki yandan, kadın öğretmen arkadaşımız da kızlar yatakhanesinde sayım yapıyoruz.
Ben koridorun bir tarafındaki odalarda kalanları sayacağım, Ömer, nöbet arkadaşım, diğer tarafındaki. İkişerli ranzaların altında ve üstünde yatanları üstümüzde ışıldayan sarı ışığın parıltısı altında yüzlerine dikkatle bakarak ve hataya yer vermemeye çalışarak saptıyor, listedeki adlarının karşısına artı işareti koyuyorum. Erkek öğrenciler kalabalık ve sayım beklediğimden daha fazla uzayacak gibi gözüküyor. Odanın birinin sayımını bitirdim, eksik yok, diğerine geçtim. Okula henüz başlamış bir orta birinci sınıf öğrencisi elinde iğne iplik ceketindeki bir söküğü dikmeye çalışıyor. İpliği iğneye geçirememiş, her halinden acemi olduğu belli. Çocuğun yanına oturuyorum, iğne ipliği elinden alıyorum, ceketini de “Bak delikanlı, ipliği iğneye geçirdikten sonra, ipliğin sonuna düğüm atacaksın, sonra iğneyi iç taraftan geçirecek, dışarıdan görünmeyecek şekilde birbirine yakın olarak içeri dışarı iğneyi geçireceksin.” deyip dikkatle izlemesini bekliyorum. Dikişi yarılayınca duruyorum. ”Dikkatle izledin mi?” İzledim anlamında başını sallıyor. Bu arada birkaç öğrencimin de benim çocuğa öğretmeye çalıştığım yöntemi dikkatle izlediğini, sonucu beklediğini görüyorum. “Şimdi al eline iğneyi, benim bıraktığım yerden devam et.” Bunu yapabilir miyim, gibisinden biraz tereddütle yüzüme baktıktan sonra iğneyi eline alıp devam ediyor, pek beceremiyor. Söküğün sonuna geldiğinde, ne yapacağım öğretmenim, der gibi tekrar yüzüme bakıyor. “Şimdi iğneyi dışarıdan içeriye sok, içerden ipliğe düğüm at, sonra da ipliği düğmeye yakın bir yerden dişinle kopar.” Yatakhaneye makas ve benzeri kesici alet sokmak yasak, dişiyle koparması gerekecek. Dediklerimi yapıyor. ”Ne yapacağını anladın mı?” Kafa sallıyor, anlamış. “Bundan sonra kendi söküğünü kendin dikeceksin, annen, kız kardeşin veya ablan dahil kimseden yardım istemeyeceksin. Tamam mı?” “Tamam, öğretmenim” Öğrendi ne yapacağını, artık erkek öğrenci de olsa dikişini dikmeyi, yardım almadan kendi işini kendi görmeyi becerir. İlerde ev işlerinin ve iş yaşamının verdiği yorgunluk içerisinde olacak eşine fazla iş çıkarmaz, öyle umuyorum. Bu çocuğum da yapar, inanıyorum. Kalkıp sayıma devam ediyoruz.
Pek çok okumuşumuz bile eve girince tiranlaşıyor. Ben bunları okumuş tiranlar diye adlandırırım. Sanırım otoriter yönetim anlayışları insanlarımızın beyinlerine işlemiş, evde bile hükmetmeye sevk ediyor veya atadan gelme yönetme güdüsü kendi aile yaşamlarında yineleniyor. Evde herkesi birer birey olarak görme anlayışı henüz gelişmemiş. Gelişecek. Bu eğitim kurumları geliştirecek. İlerde yüksekokul veya üniversite sıraları da bu anlayışı verecek. Çocuklarımız kız arkadaşları, kardeşleri, evlenince eşleriyle eşit koşullarda yaşamayı öğrenecekler.
On bir yaşımda ortaokula başlamak üzere köyümden başkente gelip, babamla yaşamaya başladığımda, babam öğretmişti kendi işimi kendim yapmayı. 1971’de öğretmen olarak Çorum, Ortaköy, Senemoğlu köyüne atandığımda bütün söküklerimi kendim onardım, hatta parmak uçları delinen çoraplarımın deliklerini uygun renkte iplikle dikmeyi/örmeyi de kendi kendime öğrendim. Hayatımda hiçbir zaman kopan bir düğmemi dikmesi için eşime götürmemişimdir ceket veya gömleğimi. Eve girip günlük kıyafetimi çıkarıp eşofman takımımı giydiğimde alışkanlık olarak çoraplarımı su ve sabundan geçirip asarım, eşim bunu hayranlıkla izler. “Sen bizim alışkın olduğumuz erkek tiplerine hiç benzemiyorsun Sami.” Her konuda eşinle birlikte düşünmek ve karar vermek varken evinde otorite rüzgârları estirmek neye yarar acaba, hiç aklım almamıştır. İlla dediğim olacak diye tutturmanın bir anlamını göremem.
Yıllar sonra, okul mezunlarının kurduğu mezunlar derneğinin düzenlediği bir etkinlikte, yaşı elliye dayanmış bir öğrencim, dışarıda görsem kim olduğunu çıkaramazdım, yanıma gelip “Öğretmenim siz bizim okuldaki İngilizce öğretmenimiz değil misiniz?” “Evet sevgili meslektaşım, sizin okulda uzun süre ders verdim.” Yukarda anlattığım sökük dikme olayını anlatıyor, anımsadım tabii ki, “Ben de bütün dikkatimle izledim sizi, ondan beri kendi söküğümü kendim diker oldum. Teşekkür ederim.” Ne güzel bir etki kalmış, unutmamış. Sadece ders değil öğrettiğimiz, çocuklarımızı yerleşke dışındaki yaşama da hazırlamak gerekiyor. Seviniyorum, okulu bitirmiş, hukuk fakültesini tutturup okumuş, avukat olmuş, bürosunu kurmuş, kendine göre bir ortam oluşturmuş. Aykırı düşünceleriyle yaşama katkıda bulunmaya çalışıyor. Durumu iyi gözüküyor. Evlenmiş, benim kızım gibi güleç yüzlü bir kızı var, o da etkinliğe gelmiş babasıyla.
Hasanoğlan'lı yıllar güzeldi.
1978, Güz. Hasanoğlan