Toprağın bereketi yüzyıllar boyunca öküzün omzunda taşındı.
İnsan, kıtadan kıtaya atın yelesinde gitti zamanında.
Köpek, bazen evini; bazen de yalnızlığını korudu geçmişten bugüne.
Leylek ise dünyanın en sade mimarı; her yıl aynı yuvaya konup göçüyor.

Tüm bunlar olurken hiçbirinin kimseden saklayacak, gizleyecek bir suçu olmadı.
Biz ise suçlarımızı unutturmak için ibadetlere, tövbelere, uygulamalara, ayinlere sarıldık.
Vicdanı terk ettiğimiz gün başladı bütün çelişkiler…

Dün öküzle karın doyuran insan, bugün bir lokma ekmeği bile yoksula, çaresize çok görüyor. Yüzyıllarca emeğiyle var ettiği buğdayın bereketi, bir avuç zenginin sofrasına taşınıyor. Sonra eğilip doğruluyor, el açıyor milyonlar; ama eğilip doğrulmanın adaleti getirip getirmediğine kimse bakmıyor.

Leylek yuvası…
Ne büyük ne gösterişli… Her yıl aynı sadelik, aynı tutarlılık, aynı kararlılık…
İnsan yapımı binalar ise yoksulun sırtından yükseliyor. Bir yanda yüzlerce odaya sığamayanlar, bir yanda bir göz odasını bile ayakta tutamayanlar… Aslında bütün çelişki burada başlıyor.

Yoksulun parasını saraylara gömüp, sonra ayinden ayine koşarak; eğilip kalkarak, el açıp dua ederek vicdanların temizlendiğini sanıyoruz. Bu yalnızca bir dine özgü değil; kimin gücü yetiyorsa o, kendi kutsal mekânına sığınıyor. Fakat hiçbir kutsal mekânda, çalınan hakkın ağırlığını ölçen bir tartı yoktur.

Atların ibadete ihtiyacı yoktur; çünkü onlar kimsenin sırtına binmezler.
Onlar yalnızca taşırlar. Kıtalararası uygarlık, onların dört nalı üzerinde yazıldı.
Bugün ise insan, yine insanın sırtına biniyor. Kasalar, kutular, çuvallar dolusu servet; alın terinin değil, talanın ağırlığını taşıyor.

Sonra bir köşede günah çıkarılıyor; sanki dua etmek, ayinden ayine koşmak, kurulan düzenin kirini silip süpürecekmiş gibi…

Köpekler…
Dilsizdir ama yalanları yoktur.
Sevdiğini sever; sevmediğini ise belli eder. Sahte gülücükleri yoktur.
İnsan ise maskesinin ardına sakladığı bıçağıyla önden kaçıp arkadan vurur; sonra da bu ayıbını meşrulaştırır.
Kimi siyaset adına, kimi din adına, kimi vatan adına gizler gerçek niyetini.
Ettiği duaların, çaldığını geri ödeyeceğine hem inanır hem de inandırmaya çalışır.

Kediler…
Kendi kirini gizler; örtmeden bırakmaz. Doğası gereği temizdir.
İnsan ise memleketin kirini gizlemek yerine her yere boca eder; sonra dönüp ergonomiden, kutsallıktan söz eder.
Kendi yarattığı kargaşayı görmez; sorumluluk hep başkalarındadır.

Oysa doğa yüzyıllardır insanı eğitiyor aslında…
Uçmak istediğinde kuşlara baktık; rüzgârın sırrını kanatlarla çözdük.
Denizlere açıldığında balinaların, yunusların akışını izleyip gemiler inşa ettik.
Hızın peşine düştüğünde çitanın adımlarını; dayanıklılık aradığında karıncanın yolunu rehber aldık.

Teknolojiyi doğadan öğrenen insan, keşke ahlakı ve dürüstlüğü de ondan öğrenebilseydi. Çünkü hayvanların dünyasında hile yoktur, gösteriş yoktur, arkadan dolaşma yoktur. Güçlü olan zayıfı sömürmez; zayıf olan da gücünü gizlemez.

İnsan, doğayı taklit ederek uçmayı öğrendi; fakat vicdanla yürümeyi ne yazık ki hâlâ öğrenemedi. Belki de işin özü buradadır. Bir gün makinelere değil, kendi yarattığımız kirli düzene ayna tutarsak; insanlık, hayvanların sadeliğine yaklaşabilir.

Doğa bizi hep ileriye taşıdı.
Şimdi sıra bizde…

Uçmayı kuştan, yüzmeyi balıktan öğrenen insan; keşke dürüstlüğü, temizliği ve sadakati de hayvanlardan öğrenebilseydi.