Son günlerde Batı’dan gelen yaptırım ve tehditlerin yoğunlaşması ve giderek daha da yoğunlaşacak işaretler gözükürken…
Ve de bu gelişmelere karşı Türkiye, adeta siyasal bir zafiyet yaşarken…
98 yaşına girecek olan Cumhuriyet’in, 97 yıllık süreci içindeki siyasal ve sosyal oluşumlara bakmak bir gereklilik oldu.
Evet, 1923-1946 arası tek-parti dönemi otoriter bir dönemdi.
Ama bu dönem, diğer ülkelerdeki tek-parti yönetimlerinden farklı idi. Çünkü bu dönem bir kuruluş süreci idi.
Ve amaç:
Batı ülkelerinde görülen türden özgürlükçü, çoğulcu bir demokrasi yerleştirmek ve demokratik bir Türkiye yaratmaktı.
Yani hedef bağımsız, çağdaş bir cumhuriyet inşa etmekti.
Ama olmadı, olamadı.
* * *
Peki, neden?
-İkinci Dünya Savaşından sonra zorunlu olarak 1946’da çok partili sisteme geçildi.
-Ama çok partili sistem, ardında ABD’nin olduğu (1960-1971-1980-1997-2016 yıllarında) farklı nitelikli askeri darbe ve müdahalelerle sürekli sarsıldı.
-Siyaset sürekli askeri vesayet altında kaldı. Uzun bir süre sivil siyaset kendine bir özgüven yaratamadı.
-Hiçbir zaman ifade, inanç ve örgütlenme özgürlükleri güven altında olmadı.
Yani Türkiye, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasiyi inşa edemedi.
Son yıllarda ise:
İran gibi, Suudi Arabistan gibi bir din devleti olunmadı ama son 15 yılda ülke yönetimi dinsel bir kimlik kazanır...
Ve de “millet” söyleminin yerini “ümmet” söylemi alır oldu.
* * *
Devam…
97 yıldır canlılığını koruyan “kimlik sorunu” çözülmedi, çözülemedi.
Çünkü kimlik sorununun sosyolojik nedenlerinin sağlıklı bir analizi yapılmadı, yapılamadı ve de okunamadı.
Sonuçta:
Bugüne kadar çözülmemiş ya da çözülememiş olan kimlik sorunu, ülke bütünlüğünü tehdit eder oldu.
Siyaset inanç grupları üzerine inşa edilir...
İktidar ve muhalefet arasındaki kutuplaşma, daha da derinleşir…
Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-dindar arasındaki bölünmeler daha da endişe verir...
Ve aynı şeye ağlayamayan, aynı şeye sevinemeyen, yani giderek yan yana yaşama şansının yok olduğu bir toplum yaratılır oldu.
Ve de sonuçta Cumhuriyetin 100. yılına üç kala Türkiye’de, kurucu iradenin amaçladığı siyasal, sosyal ve kültürel bir birlik sağlanamaz oldu.
* * *
Bulunduğumuz coğrafyada ise:
-Dost ülkeler azalır, giderek yalnızlaşır, ardından adeta kuşatılır olundu.
-Bugünkü siyasal İslamcı yönetimin, liderlik yapmayı umduğu İslam ülkelerinden bile dost ülke kalmaz oldu.
Çünkü kurucu iradenin ana hedeflerinden biri olan “yurtta sulh, cihanda sulh” şiarıyla ifade edilen iç ve dış politika ilkesinden uzaklaşılır olundu.
Özellikle Batı karşısında…
-İktidar olabilmek için ABD’den icazet beklenen…
-Yıllarca ABD ve AB’nin tehdidinde kalan…
-Sürekli küresel finans kurumlarının baskısında tutulan…
Ve 61 yıldır AB’nin kapısında bekletilen bir ülke olundu.
Ve de:
-Kürt sorunu nedeniyle…
-Soykırım iddialarıyla nedeniyle…
-Kıbrıs sorunu nedeniyle…
Özet olarak, genelde baskı altında tutulan bir Türkiye yaratılır oldu.
* * *
Evet, böyle bir tablo çizmek hoş değil, ama maalesef görüntü bu!
Elbette kurucuların ve kurucu iradenin amacı bu değildi.
-1946’da Batı Blok’una iltihak ederek kendini sol düşünceye kapatan…
-Küçük Amerika olacağız sevdasıyla ülke topraklarını, 1950’den başlayarak ABD ve NATO üsleriyle dolduran…
Ve bu oluşumların altına imza atan ya da sessiz kalarak onaylar olan siyasetlerin, yarattığı Türkiye görüntüsü işte budur.
Ve de Batı’ya karşı yaratılan siyasal zafiyetin dolgusu, işte bu görüntüdür.
Sonuçta bugün; bu görüntüyü değiştirebilen, özgüveni yüksek, kurucu değerlerden gücünü alan bir Türkiye özlenir olmuştur.