Çocukluğumu özledim. Çünkü çocukken her şey daha kolaydı ve basitti. İçimiz dışımız birdi. Kötülük nedir bilmezdik. Biz çocuktuk, çocuk gibi büyütüldük.
Düşler kurardık, yüzlerce. Hepsinin peşinden gitmesek de, yine de düşler kurardık.
Bir düş kurar, bir iple gökyüzüne çıkar, sonra geri gelirdik sanki. Gerçekten gidip gelmiş gibi günlerce anlatır, inandırmaya çalışırdık arkadaşları. Çünkü daha biz çocuktuk.
Kalbimiz, plastik top gibi sekerek neşe dolardı. Ağzımıza aldığımız horoz şekerle saatlerce oyalanır, sapındaki tadı almak için yalar dururduk.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanır, alaca karanlıkta uykumuz gelince uyurduk. Sokağa çıkma hevesiyle yalandan doyurduğumuz karnımızı sonraları açlık nedir bilmeden geçirirdik. Canımız sıkılınca ağlardık; kimse “niye?” demezdi. Çocukluğu çocuk gibi yaşadık vesselam.
Sonraları büyümeye başladıkça büyüdük. Çok büyüdük ve çok yoruldum büyümekten.
Ama büyüyünce...
Her şeyin bir açıklaması, bir hesabı, bir zamanlaması oldu.
Her yaş aldığımda sorular çoğaldı; sorular çoğaldıkça cevaplar ya kısaldı ya da hiç olmadı.
Sabahları alarm sesiyle uyanıp, kahvaltı bile yapmadan bir yerlere yetişmeye çalışmaktan... Günün sonunda eve gelip, "Bugün de kendime hiç vakit ayıramadım." demekten...
Hep bir adım geride hissedip, hep daha fazlasını yapmam gerektiğini düşünmekten...
Kendimi şirin göstermekten, yalandan insanları seviyor görünmekten... Çok yoruldum.
Çocukken mutlu olmak, oyuncağımızı bulmak kadar kolaydı. Şimdi öyle mi?
Şimdi mutluluk, sanki bir sunumun sonunda gelen alkışa, bir e-postaya düşen “onaylandı” mesajına, sosyal medyada tıklanma sayısına, adının ne kadar çok geçmesine -iyi ya da kötü olmasının önemi olmadan- ya da birinin bizi "yeterli" bulmasına bağlı...
Ve biz, bu onaylara maruz kalmış büyük çocuklar olduk.

Evet, büyüdük ama bedence.
Sadece büyüdük.
Çocukken dinlediğimiz masum hikâyeler, yerini şimdi masum olmayan hikâyelere bıraktı.
Eskiden dört mevsim vardı hoşça vakit geçirdiğimiz; şimdi ise sadece “işe gittiğimiz günler”, kaytardığımız saatler, “izin alabilirsek tatil” var -her ne kadar evde geçirsek de-.
Haftalar geçiyor, aylar su gibi akıyor ama ben hâlâ o sekiz yaşındaki halime, yaşadığım günlerime ancak mektup yazabiliyorum içimden:
"Senin kadar mutlu olamadım hiçbir yaşımda."
Büyümek; daha çok sorumluluk, daha az gülümseme, daha az mutluluk...
Daha çok plan, daha az zaman...
Ve en çok da şu: Kendini unutmak, başkaları için var olmak.
Kendime "Sonra bakarım." deyip, hiç zaman ayıramamak, hiç bakamamak.

Sonra, ben büyüdüm.
Büyümek buysa, ben büyümek istemiyorum. Hep çocuk kalmak istiyorum.
Belki bir gün, yeniden çocuk olamam ama... Belki çocuk gibi hayaller kurarak bakabilirim bu hayata. Yani Polyannacılık (kaybedilen herhangi bir şey için üzülmek yerine elindekilerle yetinme ve mutlu olma davranışıdır) oynayarak, ne bileyim...
Belki bir salıncağa binerim yeniden, kaydıraklarda kayarım, pamuk şeker yer, elimde balonla gezerim.
Belki gökyüzüne bakar, kendimi affederim.
Belki...
Çünkü bazen, büyümekten yorulunca durmak gerekir. Soluklanmak.
Ve sadece olduğun halinle yetmek... Onu da bırakırlarsa sana. Bunu bile çok görenler var.
Bugün büyümeye kısa bir ara veriyorum.
Sen de verir misin?
Çocuk olmak istiyorum: Neşeli, sevecen, hoşgörülü...
Var mısın, ver elini?