Bir sabah…
Bir akşam…
Bir sabah, kahvemi karıştırırken fark ettim: İçimdeki yalnızlık artık huzur değil.
Bir sabah, kahvemi karıştırırken fark ettim: İçimdeki sessizlik artık huzur değil.
Huzur?

Dışarıdan bakınca bana, yaşıyor gibiydim. Gülümsüyordum, konuşuyordum, ağlıyordum, sinirleniyordum, seviyordum, hatta zaman zaman kahkaha atıyordum.
Bir insanın yapması gereken ve normal olan her şeyi yapıyordum.
Kimisine normal gelirken, kimisine de anormal geliyordum.
Kimisi seviyordu, kimisi de nefret ediyordu.
Ben çünkü bir insandım.
Ama içim?
Ama içimde bir cenaze vardı.
Sessiz, sade ve kimsenin davetli olmadığı bir cenaze.

Her şey zamanla oldu.
An be an ilerledi; benim haberim olmadan, elimde olmadan ve benden olmadan.
Yaşadıklarım beni adım adım götürdü bu ruh haline.
Deseniz ki çok mu büyük bir travma?
Ne büyük bir felaket, ne dramatik bir ayrılık...

Sinsice ilerleyen bir iç savaş.
Kimle, kiminle bilemedim.
Beni benle olsa anlarım ama kiminle?
Yıllar süren bir çatışmanın, kuşatmanın sonunda
Teslim olmuş bir ruh gibi sadece durdum; ellerim ve kollarım bağlı olarak.
Sadece durdum; karşı koymak ne mümkün.
Ruhumun düşen son kalesi, “bir şey hissedememek” oldu.

Bu yazıyı yazarken bile, ne zaman başladığımı, ne söylemek istediğimi tam bilmiyorum.
Belki de öylesine oyalanmak, zaman geçirmek için yazıyorum ya da...
Belki sadece biri okusun, kendisini bulsun.
Belki de “Ben de böyleyim,” desin diye yazıyorum.
Belki de canı sıkılsın diye yazıyorum.
Bilmeden, bilemeden.
Belki de içimde kalan son canlı parçayı da bu satırlara döküp uğurlamak için.

İnsan, sağken de ölmeden ölür.
Yaşayan ölü.
Kalbi atar ama anlamazsın.
Yüzü güler ama gülemezsin.
Bir çiçeğin güneşi gördüğünde değil, toprakla bağı koptuğunda solduğunu anladığın gibi...
Benim de bağım koptu.
İnsanlardan uzak yaşamak için yaşamak misali.
Umutla, hayalle, sevinçle...
Evet, insanlarla.

Bu bir veda değil.
Yanlış anlamayın.
Buralardayım ama...
Çünkü zaten gitmiştim, diyebilir miyim?
Sadece gözlerimi kapattım.
Uzun süre dinlenmek istedim.
Göğsümde taşıdığım yükü biraz olsun yere bırakmak istedim.
Ağlamayın.
Dışım canlı, içim ölüydü zaten.
Siz sadece gecikmiş bir törene denk geldiniz.

AĞLAMAYIN,

İÇİM ÖLÜYDÜ ZATEN,

GÖZLERNİMİ KAPATTIM SADECE


Bir gün...
Rüzgâr camı çarptığında...
Uyanmadım ben.


Alarm değil artık...
Beni hayata döndürecek şey.

Ne de olsa...
İçimde çalan çanlar...
Çoktan sustu.


Herkese “Günaydın,” dedim.
Ben...
“Gün müydü o?” diye sordum içimden.

Bir şey hissetmeden...
Başımı yastıktan kaldırdım.
Çünkü hissetmek,
Artık bir lükstü.


O gün aynaya baktım uzun uzun.
Ama...
Baktığım kişi ben değildim.

Bir “ben” vardı bakışlarında.
Eskiden umutla yanardı...
Şimdiyse...
Yalnızca loş bir geçmiş yansıyordu gözlerinde.

Ne düş vardı...
Ne gelecek...
Sadece,
“Bir zamanlar...”


İnsan nasıl biter, bilir misin?
Nereden bilebilirsiniz ki?


Kırılmaz bir anda...
Çatlak çatlak...
Sızı ,sızı...

Bir gülüş eksilir yüzünden...
Bir dost eksilir kalbinden...
Bir hayal eksilir gözünden...

Sonra bir sabah...
Eksilmekten ibaret bir hayata uyanırsın.


Uyanırsın...
Ama yaşamakla yaşar gibi görünmek arasındaki o fark...
İşte ben,
Orada kayboldum.

Kimse hissetmeden.
Ve...
Hissettirmeden.

İnsanlar soruyor:
“Ne zaman bu hale geldin?”


Cevaplayamıyorum.
Sonucun kendileri olduklarını bilmeden.

Çünkü...
Bir tarihi, saati yok bunun.

Bir sonbahar yaprağı gibi düşmedim aniden.
Yağan yağmurun...
Açan güneşin gölgesinde...
Yavaş yavaş...
Kurudum.


Güneşi özledim...
Ama ses etmedim.

Yağmur duasına çıkmadım.

Sadece...
Kabullendim.
Ama her şeyi.


Bugün gözlerimi kapattım.
Derinden.
Ve derinden.

Uyumak için değil...
Kapatacak bir şey kalmadığı için.

Işıksız...
Sessiz...
Sorusuz bir yerdeyim artık.

Sadece ben...
Ve sadece ben.


Ağlamayın.
İçim ölüydü zaten.

Dışım yaşasa ne yazar?

Siz sadece son satırı okudunuz.
Öncekiler olmadan.

Onları da okumadan...
Bu hikâyeyi...

Oysa ben...
Bu hikâyeyi çoktan bitirmiştim.