24 Nisan'da ABD Başkanı Biden, 1915 yılında yaşananları "soykırım" olarak nitelendirdiği açıklamasıyla Türkiye ile yeni bir krizin fitilini ateşledi. Aralık 2020 ve Şubat 2021'de kaleme aldığım yazılarımda geçmişten günümüze anekdotlarımı anlatmış, Türkiye–ABD ilişkilerinin nasıl bir seyirde ilerleyeceğine ilişkin geleceğe yönelik öngörülerde bulunmaya çalışmıştım. Bu arada, Trump sonrası Biden dönemi için televizyon kanallarında gerçekleştirilen programlarda “Amerika dost olur mu? Olmaz mı?” sorusu üzerine yapılan tartışmaları şaşkınlıkla izlediğimi belirtmiş, ABD yönetiminin Suriye’de hain örgüt PKK/PYD’ye yaptığı askeri ve siyasi desteğin zaten Türkiye’ye dost olmayacaklarını gösterir nitelikte olduğunu belirtmiştim.
Bizi çok yakından tanıdığını düşündüğümüz Biden'ın yakın zamanda yaptığı açıklama, kendisinin tarih, sosyoloji, coğrafya ve antropoloji bilgilerinden mahrum olduğunu gösteriyor.
yaşanan her şeyin bir perde arkası mutlaka vardır. Bugün Türkiye'nin başta Suriye olmak üzere Libya ile Afrika'nın diğer ülkeleri ve Kafkasya'daki politikaları çoğu noktada ABD ile uyuşuyormuş gibi görünse de yapılan açıklama bunun tam aksi olduğunu gösteriyor. Bu konulara girmeyeceğim, belki de ilerleyen süreçlerde değinebilirim.
Bugün yaşananlara ışık tutması amacıyla 18 Aralık 2020'de kaleme aldığım yazımı siz değerli okuyucularımla tekrar paylaşmak istiyorum:
BU TAHTA MIH TUTMAZ!
Stratejik ortağımız ve NATO Müttefikimiz ABD ile bu sefer de "Yaptırım" krizi ile karşı karşıya geldik. Yaptırım kararının ardından Sayın Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere, Dışişleri Bakanımız ile devletimizin her kademesinden ve siyasilerden peş peşe sert açıklamalar geldi. Soğukkanlı olmakta fayda var.
İnanın ABD'nin bu tavrına ben pek şaşırmıyorum. Defaten daha önce kaleme aldığım yazılarımda da belirtmiş olduğum gibi ne yazık ki ABD ile geçmişten bugüne hastalıklı ilişkilere sahibiz. Ve bu hastalıklı ilişki bu şekilde devam edecek gibi.
Ancak bugünü anlayabilmek için Türkiye ve ABD ilişkilerinin dünü ve bugününü iyi irdelemek gerekiyor. Belki o zaman bir türlü yolunda gitmeyen ilişkilerin nasıl bir zeminde ilerlediğini görebilmemiz mümkün olacaktır.
İkinci dünya harbinden sonraki oluşan dünya düzeninde Josef Stalin'in liderliğinde S.S.C.B. (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) Avrupa ve Asya kıtalarının arasında sınırı oluşturan, Ural dağlarından, Japonya'ya kadar uzanan, kıta büyüklüğündeki sahaya yayılmıştı ve dünya neredeyse, ABD ve Müttefikleri ile Sovyetler Birliği arasında ikiye bölünmüş gibiydi.
Biz Türkiye olarak Sovyetler Birliği’nin komşusuyuz ama komünizmden uzak durmak istiyoruz. Fakat Sovyetlerin istekleri bitmiyor. Bütün Türkiye'de dinlenebilen, Rus radyo ajansı var. Radyo yayınlarında "Çorum 'da saat kulesi dibinde bekleşen" işsizler olduğunu bile anlatıyor.
İşte o günlerde Stalin'in Kars ve Ardahan'ı istediği dedikodusu yayılıyor. Kars ve Ardahan Sovyetler Birliği’nin toprak nüfuz alanı içerisinde devede kulağın tüyü bile değil ama bu tamahkâr lider Gürcistan'ın Kars ve Ardahan'a yakın bir köyünde doğduğundan olsa gerek, buraları istiyor olmalı.
İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığını yürüttüğü o devirde Türkiye'nin destek arayışı içinde olmasından doğal bir şey olmayacağı ortadadır ve o günlerde, Amerika Birleşik Devletlerinden de beklenen destek yoktur.
(SÜRECEK)