Danıştay 8. Dairesi, 2018’de “Andımız kaldırılamaz” dedi. MEB itiraz etti. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, 8. Daire’nin kararını iptal etti. Andımız artık okullarda okunmayacak. Danıştay devlet madalyalarındaki Atatürk kabartmasını da çıkarma kararı aldı.
Andımız kararı ile birlikte kimlik tartışmaları da yoğun şekilde tartışılmaya başlandı. Her ne kadar pek çok neden ortaya sürülse de asıl konu edilen “Türk’üm” sözcüğüne bazı kesimlerin takılması ve alerji duymasıdır.
Andımızın kaldırılmasının arkasından hiç kuşkunuz olmasın ki İstiklal Marşı tartışmaya açılacaktır. Konunun özü Dünya lideri Erdoğan’nın şu sözlerinde düğümleniyor:
“Doğu-Güneydoğu’nun Kürdistan eyaleti olduğunu görecekler. Doğu Karadeniz’in Lazistan eyaleti olduğunu görecekler. Bunlar bizim tarihimizin, bize devrettiği mirastır. Bunları görmemezlikten gelemezsiniz...Kullanamayacaksınız artık. Ne 'TÜRK' kavramını ne de 'TÜRKİYE' ismini kullanamayacaksınız.” demişti.
Ahmaklık, aptallık, bönlük, budalalık gibi deyimleri içinde barındıran, sadece şeriatçı kesimler değil, aydın - entelektüel geçinen ikinci cumhuriyetçi liberaller de sözde özgürlük ve demokrasi teraneleri öttürmeye başladılar.
Türk’lere düşmanlık Avrupa’da haçlı seferleri ile başlıyor, yetmiyor Türk’leri aşağılama Osmanlı’da da devam ediyor.
Osmanlı şairi olan Nef’i; “Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır” diyor. Divan-ı Hümayun yazarlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde, "Baban da olsa Türk’ü öldür" nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün İslam Peygamberi Hz. Muhammet’e ait olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedir. Hatta bir şiirinde "Sakın Türk’ü insan sanma /Bir an bile olsa Türk’le birlikte olma /Türk eline şeker olsa /O şeker zehir olur /Türk’ün başını keserken sakın gam yeme /Baban da olsa Türk’ü öldür."(1) demektedir.
Osmanlı yönetiminde Türk’e yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir:
“Türk değil mi, Merzifon’un eşeği
Eşek değil, köpekten de aşağı.”
Osmanlı’nın bu yaklaşımına Türk’ün verdiği yanıt, bir şiirin dizelerinde şu şekilde yer almıştır:
"Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekmede yok biçmede yok
Yemede ortak Osmanlı."(2)
Türk’ün kimliğini öğrenip sahip çıkması yaklaşık 1910’lara denk düşüyor. Ondan öncesi kendisini “Müslüman” olarak tanımlıyor. Dini inancın ötesindeki kimliğini ise Osmanlı olarak söylüyordu.
Cumhuriyetin bize öğrettiği “Çağdaş insan” kimliği “Muasır medeniyet”e ulaşma istencidir. Ahmet Taner Kışlalı’nın deyimi ile “Dinine saygılı, ama laik… Ulusal değerlere bağlı, ama insancıl.. Kökeninden kopmamış, ama evrensel…Geçmişiyle onur duyan, ama tüm insanların ve ulusların eşitliğini savunan… Atatürkçülük, ırk ya da din değil, bin yılda oluşmuş bir kültür ortaklığı üzerinde yükselir. Etnik ‘alt kimlik’leri, yurttaşlık bağıyla oluşan ulusal ‘üst kimlik’in doğal parçaları sayar.” şeklinde yorumlamaktadır.
Balkanlardaki örnek henüz çok tazedir. Etnik kimlikleri kurumsallaştırma girişimi oraları adeta kan denizine çevirmiştir.
Cumhuriyet ırk veya din temeli üzerine kurulmadı. Yine Kışlalı’nın deyimi ile “Boşnak ile Sırpı düşman yapan neden “din” farkı, Ortodoks Sırp ile Katolik Hırvatı düşman yapan neden ise “mezhep” farkı… Tıpkı İrlandalı Katolikler ve Protestanlar gibi…” diyor.
Atatürk; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” demektedir.
Bugünkü gereksinimimiz ayrılıkların değil, birlikteliklerin altını çizmek, o yolda uğraş vermektir.
Tüm sorunları aşabilmenin sihirli anahtarı laiklik ve demokrasidir. Yoksa herşey içinden çıkılmaz Arap saçına döner.
1) Burhan Oğuz’dan aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 121
2) Özer Ozankaya, Türkiye’de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 121