Türkiye’de adalet terazisi, artık iktidarın elinde şekil alan bir araca dönüştü. İnsan hakları, hukuk, vicdan, ahlak ve basın özgürlüğü geçmişte kaldı. Çünkü bugün yaşanan, hukukun üstünlüğü değil; üstünlerin hukuku ve siyasal tahakkümdür. Gerçekler prangaya vurulmuş, yalan iktidar olmuştur.

Tele1’e kayyım atanması, Merdan Yanardağ’ın tutuklanması, seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması ve yüzlerce muhalif ismin susturulması; Türkiye’nin bir “yargısız infaz rejimi” altında yönetildiğinin somut göstergeleridir. Bu ülke, artık adaletin değil, gücün hüküm sürdüğü bir hukuksuzluk düzenine dönüşmüştür.

Hukukun özü olan masumiyet karinesi, yerini siyasi öfkeye terk etmiş durumda. Bir kişi hakkında iddia varsa, o iddia yargı tarafından ele alınmalı, kişi kanun önünde hakları korunarak yargılanmalıdır. Hukukun ve ahlakın gereği budur.

Ancak bugün bir gazeteci, bir sanatçı ya da bir belediye başkanı, henüz iddianame bile yazılmadan kamuoyunda suçlu ilan ediliyor. Tıpkı Ergenekon ve Balyoz davalarında, tıpkı FETÖ soruşturmalarında olduğu gibi... Tıpkı Tele1’e yapılan kayyım darbesinde olduğu gibi...

Bu durum, hukukla birlikte toplumda adalet duygusunun da çökmesine yol açıyor. İktidar, adalet dağıtan değil, ceza kesen bir güce dönüşmüş durumda.

Evrensel hukukta tutuksuz yargılama esastır. Türkiye’de ise bu ilkenin ters yüz edildiğine tanık oluyoruz. Bugün binlerce muhalif, gazeteci, akademisyen ve öğrenci; daha ortada iddianame yokken tutuklanıyor. Yıllar sonra beraat etseler bile yaşananların hesabının sorulamayacağı açıktır.

Hapishanelerde bekletilen insanların dramı büyürken iktidar, eleştiriye, muhalefete, özgür basına karşı cezalandırıcı bir aygıt gibi hareket ediyor. Hukuk, herkes için değil; belli bir zümrenin çıkarını korumak için araç hâline getiriliyor.

Hesap sorulması gerekenler suçlular değil, susanlar oluyor. Devlet, adaleti değil gücü büyütüyor. Bu güç ise yalnızca baskıya, hukuksuzluğa ve toplumsal çürümeye hizmet ediyor.

Seçilmiş belediye başkanlarının bir gecede görevden alınıp yerlerine kayyım atanması, Türkiye’de sandık demokrasisinin en ağır saldırıya uğradığını gösteriyor. Sandıkla gelenler, "devlet aklı" bahanesiyle makamlarından koparılıyor.

Bugün bu darbenin bir benzeri basın özgürlüğüne karşı uygulanıyor. Bir televizyon kanalı, bir mikrofon ya da bir köşe yazısı, iktidar için “millî güvenlik” tehdidi sayılıyor. Artık kayyım yalnızca belediyelere değil; basına, kamuoyuna, topluma atanıyor. Bu, halk iradesini hedef alan açık bir darbe girişimidir.

Adalet, devletin temelidir. Bir toplumda adalet çökerse, devlet de çöker. Bugün yaşanan yalnızca siyasal bir çürüme değil; derin bir ahlaki ve hukuki çöküştür. Bu çöküş, yalnızca iktidarın değil, buna göz yumanların da ortaklığıyla sürmektedir.

Çözüm açıktır: Bağımsız yargı, evrensel hukuk ilkelerine dönüş, tutuksuz yargılamanın esas alınması ve halkın kendi iradesine sahip çıkması… Başka bir çıkış yolu yoktur.

Çünkü unutmamak gerekir: Gerçeklerin susturulduğu yerde, yalan hüküm sürer; fakat o hüküm, adaletin gölgesinde sonsuza dek ayakta kalamaz.