O:

“Bizim köye dönelim” diyor, sürdürüyor sözünü:

“Hocam, akşam konuğum olursun. Bizim İzmirli Sabri öğretmeni de çağırtırım. O da bekâr. Senden iyi olmasın kalenderdir, iyidir. Geçen yıl geldi. Tanışıyor musun bilmem?

“Hayır. Henüz tanışmadım”

“İyi ya işte” diyor Muhtar gülümseyerek. “Tanışırsınız. Akşam yer içer söyleşiriz. Yarın da istediğin zaman yolcu ederim seni köyüne.”

Muhtarın ilgisi memnun ediyor beni.

“İlginize çok teşekkür ederim Osman Ağa” diyorum. “Kısmetse bir başka zaman… Sungurlu’ya gitmem gerekiyor. Arabalardan birisi herhalde alır bizi.”

“Eh, inşallah Hocam!”

Muhtar da geri dönmekten vazgeçiyor. Birlikte söyleşiyor, geziniyoruz yine yol boyunca. Bir süre ne Ankara yönünden, ne de Sungurlu yönünden tek bir araba görünmüyor. Koskoca uçsuz bucaksız karla kaplı bozkırın koynunda, canlı yaratık olarak sadece ikimiz varız. Bir ara gözüm güney kesiminde, bir kilometre uzakta görünen muhtarın köyü Sarıkaya’ya kayıyor. Evlerin bacalarından dumanlar çıkıyor. Orada insanlar sıcak evlerindeler. Karınları tok, sırtları pek… Bense bir bardak çay bile içmeden yola çıkmışım. Açlıktan içim eziliyor. Neredeyse öğlen oldu. Soğukla cebelleşiyoruz hala.

Saate bakıyorum yine; 12.00 olmuş. İyice üşüdüm doğrusu. Özellikle de ayaklarım... Durmadan gezindim, epeyce de kar çiğnedim. Zaman zaman da ayakların üzerinde hoplayıp zıpladım. Bu süre içinde üç dört araba daha geçmesine karşın, onlar da durmadılar. Umudumuzu, hep bir sonraki gelecek arabaya bağladık.

Saat: 12.10. Karşıdan bir yük kamyonu daha görünüyor. Belki buna bineriz diye umutlanıyoruz. İnsanın umudu tükenir mi? Tükenmez elbet. Hiçbir konuda tükenmez. İnsan ömrü hep umut etmekle geçer. Şimdi de buradaki umudumuz arabanın durup bizi alarak Sungurlu’ya ulaştırması. Ancak araba yüklü... “Ama ne olursa olsun, tek bizi alsın da...” diyor, el kaldırıyoruz.

Araba bize doğru yaklaşırken hız kesiyor. Duracak, bizi alacak diye seviniyoruz. Gerçekten de gelip yanımızda duruyor. Umudumuz gerçekleşmek üzere. Ama araba tepeleme yüklü. Sürücü yanı dolu… İki yolcusu var. Bizden yana olan yolcu sürücü yerinin camını açıp:

“Burada yer yok, binerseniz (arabanın üstünü işaret ederek) buyrun” diyor.

Muhtar:

“Bunun tepesinde adam soğuktan ölür yahu” diyor.

“Başka seçeneğimiz mi var ki? Sabahtan beri ilk kez bir araba durmuş; Bu fırsatı bari kaçırmayalım. Binelim”  diyorum.

“Peki” diyor Muhtar.

Umarsız, güç bela tırmanıyoruz arabanın üstüne. Ne yükledilerse, çadır beziyle sıkıca sarıp, urganla bağlamışlar üzerinden. Yayla gibi nitelendiriyoruz arabanın üzerini. Dört saati aşkın bekleyişten sonra ayaklarımızın yerden kesilip burayı bulmamız bile, bana özel bir araca binmiş gibi geliyor.

Sırtımızı gidiş yönüne doğru çevirip, yan yana oturuyoruz. Aşağıya da, “bindik” diye işaret veriyoruz, Çevre oldukça güzel görünüyor. Araba yürüyor.

Sonra gittikçe hızlanıyor. Önce hafiften bedenimizi yalayıp geçen ayaz, araba hızlandıkça şiddetini artırıyor. Her ne değin bedenimi kassam da ayaz dayanılır gibi değil. Tüm bedenim kısa sürede buza kesiyor. Sungurlu’ya yarım saatlik yolumuz var. Bu gidişle, muhtar değilse bile (çünkü onun kalın, yün paltosu var.) benim donmuş cesedim inerdi.

Dişlerin tempolu bir çatılamayla birbirine vurmaya başlıyor. Durumunun kötülüğünü gören Muhtar hemen paltosunu çıkarıp:

“Yanaş Hoca” diyor.

Yatar durumda olabildiğince büzülerek birbirimize sokuluyor, paltoyu da ayaza karşı siper ediyoruz kendimize. Şimdi soğuğu o kadar duyumsamıyordum ama kulaklarımda ayazın o uğursuz ıslığı ötüyor.

“Çok sağ ol Muhtar” diyorum. Bu iyiliğini asla unutmayacağım.”

O sevecen bir tavırla:

“Ne önemi var Hoca. Sen de olsan aynısını yapardın.” diyor. Ardından da, “Bir daha paltosuz çıkma yola.” Uyarısında bulunuyor.

İşte tam bu sırada peşimizden kasası boş bir kamyon yetişip geçiyor bizi.

“Böyle şansın içine tüküreyim” diyor Muhtar. “Bu boş kamyon biz binmeden önce gelseydi ne olurdu sanki?  Onun boş kasasında ayazdan korunarak giderdik.”

“Ne yazık ki, bu gün ikimizin de şansı yok” diyorum.

(SÜRECEK)