Yine bekliyorum. Uzun bir süre ne araba görünüyor, ne de zaman geçiyor. Benim için can sıkıcı bir bekleyiş. Bir an önce bir araca binip ulaşmak istiyorum gideceğim yere. Ama olmuyor. Zaman, ağır aksak, kör topal yürüyor. Bu süre içinde üç dört araba daha geçiyor ama hiçbiri durmuyor.

Saat: 9.00 oldu. Bekliyorum.

Bu arada karşı tepelerden gelen insan sesleri doğanın sessizliğini bozuyor.

“Varıyooo!”

“Bağlara doğru gidiyooo!”

“Koş ula, çalının dibine düştü!”

“Bu tarafa geliyooo!”

Keklik avına çıkmışlar. Bunlar komşu köyün gençleri olmalılar. Zavallı hayvanlar bir yerden havalanınca kondukları yerde kara batıp kalıyor, yeniden uçamıyorlar. Avcıları da elleriyle koymuş gibi yakalıyor onları, diye düşünüyorum.

Keklikler can derdinde, avcıları da boğaz derdinde.

Bulunduğum yerden Sungurlu yönüne doğru, bir kilometre kadar uzaklıkta Sarıkaya köyünün köprüsü var. Önceki gidişlerimden biliyorum orayı. Orada da bir yolcu beliriyor. Bekliyor yolun kıyısında. Kara giysisiyle öyle belirgin ki, değil bir kilometre 10 kilometre uzaklıkta da olsa, beyazlıklar içinde kara bir nokta gibi yine seçilir.

Ayaklarım üşümesin diye durmadan geziniyorum karlar üstünde. Her 15-20 dakikada bir araba geçmesine karşın ben hala yola indiğim yerdeyim. Ne otobüsler, ne de kamyonlar durmuyor. Havanın iyi günlerinde olsa insan beklemez bu kadar. Mutlaka sürücülerden biri durur ve alır. Ne gariptir ki her şey tersine dönmüş sanki. Asıl bu kışta kıyamette alınması gereken yolcular alınmıyor, bu berbat havada yazgılarıyla baş başa bırakılıyor.

“En iyisi” diyorum. “Yürüyeyim Sarıkaya köyünün köprüsüne kadar. Hem oradaki vatandaşla birbirimize can şenliği olur, hem de birlikte araba bekleriz.

Bu düşünceyle yürüyüp, varıyorum oraya. Kalın, siyah yün paltosu içinde iri yapısıyla göz dolduran orta yaşlı, palabıyıklı birisi.

Selam veriyorum, selamını alıyor.

Aramızdaki konuşmayı o başlatıyor:

“Hayrola delikanlı? Yolculuk nereye?”

“Sungurlu’ya...”

“Sen bu yörenin adamına benzemiyorsun. Kimsin, nerelisin?”

“Ben Muzaffer Gündoğar. Büyükpolatlı köyünün öğretmeniyim. Bir buçuk ay önce, Kasım ayı başında geldim”

“Aslen nerelisin?”

“Çorum’un Mecitözü ilçesinin bir köyündenim”

“Yabancı değilmişsin. Hele hoş geldin”.

“Hoş bulduk”.

“Desene, buralarda başı açık, boynu kravatlı biri kim olur ki öğretmenden başka. Fakat sen, bir öğretmenden çok bir talebeye benziyorsun.”

“Zaten kimseye inandıramıyorum öğretmen olduğumu.”

“Ben bile tahmin edemedim öğretmen olduğunu be Hoca. Çünkü çok gençsin Ne zaman bitirdin okulları da öğretmen oldun. Hem kaç yaşındasın?”

“On sekiz.”

“Daha küçük gösteriyorsun. Çünkü bıyıkların bile terlememiş.”

Söyleşimizi bir araba homurtusu bozuyor. Bu bir otobüs.. Durup bizi alması için el kaldırıyoruz ama ne yazık ki durmuyor. Hızla geçip gidiyor. Her seferinde olduğu gibi biraz daha öfke yüklenmiş olarak bakıyorum ardından.

Sonra adama dönerek:

“Ya sen kimsin, nerelisin? Tanışalım” diyor; söyleşiyi kaldığı yerden bu kez ben başlatıyorum.

Adam geride görünen köyü işaret ederek:

“Aha ben de şu köyden, Sarıkaya’danım. Adım Osman Ulutaş. Oranın da muhtarıyım.”

“Memnun oldum Osman Ağa.”

“Benim köyüm gördüğün gibi bir kurşun çalımı uzaklıkta. Gidemezsem geri dönerim ama ya senin zoruna n’oldu da böyle bir havada yola çıktın?”

“Sorma. Bazı gereksinimlerim var alınacak. Zorunlu bir gidiş. Arabaların almayacağını az buçuk kestirebilseydim, çıkmazdım yola.”

“Benim de bazı işlerim var Sungurlu’da. Onun için çıktım yola.”

“Saat: 8.00’di yola indiğimde. O zamandan beri bekliyorum.”

“Epeyce olmuş.”

“Neden durmuyorlarsa arabalar?”

“Vereceğimiz üç beş lirayı bu havada durup kalkmaya değmez buluyorlar herhalde.”

“Herhalde.”

Üşümeyelim diye geziniyoruz. Oldukça seyrek geçiyor arabalar. Bunda elbet kışın bastırmasının da etkisi var. Ankara yönüne geçen arabalardan birisi bizi, bu yöne götürebilirim der gibi kornasıyla selamlayarak geçip gidiyor.

(Sürecek)