Bir süredir dikkat ediyorum…
Sokakta yürürken, markette sırada beklerken, sabah otobüsüne yetişmeye çalışan insanların yüzlerinde aynı gölge var: dinlenmekle bile hafiflemeyen bir yorgunluk.
Beden değil, ruh yoruluyor artık; insanın içine çöken sessiz bir ağırlık…

Elbette insanoğlu her çağda yoruldu. Hititler tarlada çalışırken, kervanlar yollarda ilerlerken, esnaf sabahın ilk ışığıyla dükkân açarken yoruldu.
Ama o yorgunluk günün sonunda hafiflerdi.
Bugünün yorgunluğu ise gün bitince kaybolmak yerine içimize yerleşiyor, sessizce büyüyor.

Son yıllarda yapılan sağlık araştırmaları, dünya genelinde insanların önemli bir bölümünün uzun süre devam eden yorgunluk hissinden söz ettiğini gösteriyor.
Bazı çalışmalar bu hissin toplumda yaklaşık %10 civarında görüldüğünü tahmin ediyor.
Bu oran bir hastalık göstergesi değil; daha çok modern yaşamın zihinsel, duygusal ve sosyal baskısının bir yansıması.

Çünkü artık yalnızca iş yükü taşımıyoruz.
Haber akışına,
sosyal medyanın hızına,
başarı ve yetişme baskısına,
bitmeyen kıyaslara da yetişmeye çalışıyoruz.
Eskiden yorulmak doğal bir süreçti; şimdi ise insan “yorulmaya bile vakti olmadığını” hissediyor.

Bu hâlin izleri Çorum sokaklarında da açıkça görülüyor.
Sabahın serinliğinde Kadeş Meydanı’ndan geçen insanların adımlarına bakıyorum:
Acele var, telaş var, ama en çok da derin bir iç yorgunluğu…
Kimse durmuyor, ama herkes biraz tükenmiş gibi.
Sanki hepimiz yönünü tam bilmediği bir yarışta koşuyoruz.

Psikolojide bu tabloya “duygusal tükenme” denir.
Kişi önce hızlanır, sonra kendini unutur, en sonunda içindeki ritmi kaybeder.
Gülümsemek zorlaşır, uyku dinlendirmez, düşünceler ağırlaşır.
Bu bir hastalık değil; çağın bize gönderdiği bir uyarıdır.

Tarih ise bize başka bir şey öğretir:
Antik hekimler, insanın iyileşmesi için önce kendisiyle temas kurması gerektiğini söylerdi.
Bir suyun sesi, bir ağacın gölgesi, nefesin ritmi…
Çünkü insan en çok kendi sesini duyamadığında yorulmaya başlar.

Bugünlerde sıkça fark ettiğim şey şu:
Güven içinde uyuma imkânımız var ama dinlenmiş hissetmiyoruz.
Zamanımız var ama kendimize ait değil.
Telefonlarımız dolu ama kalplerimiz boş.
Ve yıllardır “yetişmeliyim” diye koşarken aslında en çok kendimize yetişemediğimizi fark etmiyoruz.

Oysa insan kendisiyle bağ kurmadığında, başarı bile onu iyileştiremez.
Mutluluk içeri süzülmeden geçer, sevinç çabuk solar.
Ruhunun kapısı kapalı olan insan, ne kadar ışık görse de aydınlanamaz.

*

İyileşmenin başladığı yer: Kendine yönelmek

– Bugün gerçekten neye ihtiyacım var?
– İçimdeki bu bitmeyen yorgunluğu duyuyor muyum?
– En son ne zaman kendi adıma durdum?
– Hayatın ritmine mi yetişiyorum, yoksa kendime yabancı mı kalıyorum?

Bu sorulara hemen cevap vermek gerekmez.
Önemli olan, bu soruları kendine sorabiliyor olmandır.

*

Çorum’un fısıldadığı bilgelik

Bu şehir binlerce yılın yükünü omuzlarında taşır, ama hiçbir zaman acele etmez.
Hitit taşlarının bile kendine has bir sabrı vardır.
Belki de bu toprakların bize söylediği şey tam olarak şudur:
“Dur. Derin bir nefes al. Kendi ritmine dön.”, İnsan içindeki sesi duyduğunda, dünyanın gürültüsü hafifler.

*

Sessiz bir başlangıç mümkün

Sevgili okur,
Belki bugün yalnızca beş dakika
Pencereden gökyüzüne bak, bir nefes al, kendi adını içinden geçir.
Stoacılar, “Kendine dönemeyen insan her yerde sürgündür” der.
Biz artık kendi içimizde sürgün olmak zorunda değiliz.

Unutma:
Tükeniş sessizlikle başlar;
ama iyileşme de sessizliğin içindeki o ilk uyanışla…
O uyanışı belki bugün kendine armağan edersin.